Bu yazımda doğumgünümde kendime hediye ettiğim bir kitabı hem yeniden hatırlamak hem de kitapseverlerle paylaşmak istedim. Cihan Gülbudak’ın yazarı olduğu “İsimsiz Kitap”, kahramanımız Feyza ve kapaktaki Yedi Gözlü Canavar’la birlikte sorgulayıcı bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Azad etmenin önemine, sevginin gücüne ilişkin sorular eşliğinde…
Beril Bozdoğan
Cihan Gülbudak’ın kaleme aldığı “İsimsiz Kitap” yazım, basım, yapım ve dağıtım süreci Müdanasız Neşriyat ürünü olan ve yazarın aynı zamanda mücellit olarak tamamen el yapımı ortaya koyduğu kitap. Yazar tarafından 666 nüsha ciltlenip her biri numaralandırarak okura ulaştırılıyor. Bu 666 nüsha tükendiğinde ise artık kitaba ciltli ulaşmak mümkün olmuyor – fakat yazar ile iletişime geçerek fasikül halinde size ileteceği kitabını (İsimsiz Kitap için henüz geçerli değildi, çünkü ben bu metni kaleme alırken hala yazarın ciltlediği nüshalardan birini satın alabiliyordunuz) Youtube hesabından paylaştığı “Bir kitap nasıl yapılır?” başlıklı videosunu izleyerek kitabınızı ciltleyebiliyorsunuz.
Bana çok enteresan ve aynı zamanda çok cazip gelen bu yöntemle emek emek üretilmiş kitap, tam da kendime doğum günü hediyesi olur niyetiyle satın aldıktan sonra, 228. Nüsha olarak doğum günümden bir gün önce; yani Hıdrellez günü ulaşmıştı. Kendime özel, şahsıma münhasır hediyemi paketinden çıkardığımda ise bir anda burnuma dolan yoğun ve hoş bir karanfil kokusu eşliğinde nüsha numaramın üzerinde duran mektupla karşılaşmıştım.
“Sevgili Okur,
Sanırım deliliklerimizde buluştuk seninle” diye başladı mektubum.
“Hikâyenin trajedisi bir yana bu kitap kendimle yüzleşme, kendimi bağışlama ve kendimi azad etme yolunda bir gereç oldu benim için” cümlesi mektubun devamındaki en can alıcı cümle oldu benim için.
Çünkü benim de tam olarak yeni yaşımdan dilediğim bu; kendimle yüzleşme, kendimi bağışlama ve kendimi azad etme. 2018 yılında başladığım terapi sürecimi kaleme almaya başladığımda, ortaya çıkan sayfalarca hatta defterlerce yazının da tam bu sebeple olduğunu fark etmiştim; Franz Kafka’nın “Babaya Mektup” romanında yaptığı gibi “yaz ve kurtul” yöntemi ile edebiyatın iyileştirici gücüne sığınmış ve güvenmiştim. Kafka’nın da, yazarak iyileşmeye çabalayan hepimizin de yapmaya çalıştığı şey, Cihan Gülbudak’ın mektubunda ifade ettiği şey aslında.
“Burnunun dikine gitmek ve hakikatle yüzleşmek yolunda ilham olmayı diliyorum. Sevgi, muhabbet ve başkaldırıyla…” diye bitti mektubum.
Yazımın devamına ufak bir uyarı koymak istiyorum; devamında okuyacaklarınız biraz tetikleyici, biraz da rahatsız edici unsurlar içerecektir. Mesela eşim gibi psikolojik gerilim veya korku filmi izlemekten şiddetle imtina edenlerdenseniz okumaya devam etmemeyi tercih edebilirsiniz. Gerçi eşim yazımı soluksuz okudu, orası ayrı konu. Sevgi kontenjanından yararlandığıma inanıyorum. Evet. Her neyse…
Hepimizin içinde ama gizli ama sinsi bir karanlık taraf olduğuna inanıyorum. Adab-ı muaşeret kuralları gereği veya kendimiz bile görmek istemediğimizden bu tarafımızı başarabildiğimiz kadar saklıyoruz. Bazılarımız diğerlerinden daha yaralı, bazılarımız daha melankolik, bazılarımız daha deli. Bir kısmımız ise gizli ve sinsi karanlığımızı narsist maskesinin ardına ustaca gizleyen ve belki en yakınlarını gün be gün, an be an delirten ve üstüne üstelik tüm suçu da delirttiğinin üstüne atan cinsten.
Şu, o veya bu şekilde kontrolü kaybederek tanılı – veya bir terapist seansının ilk beş dakikasında tanı alma potansiyeline sahip – bireylerin geçmişleri gerçek bir mayın tarlası niteliğinde ve ona yakın olmayı isteyen kişilerse bu mayın tarlasında zıplayarak, kıvrılarak, kıvranarak ve hatta yer yer sürünerek ilerlemek zorunda aslında.
Ne yorucu bir yaşam onlar için. Hele es kaza bunda dikkat kesilme çabası sonucu yorgunluktan dikkat etmeyi keserlerse – kendileri gibi davranır ve çabalamaksızın bildikleri gibi ilerlerse (hani partnerler birbirlerinin limanı olmalı diyorlar ya aslında), kısaca bodoslama dalarlarsa o tarlaya, işte o zaman geçmiş olsun. Olabilecekleri tarlasına girilen bile öngöremez. Korkunç bir kontrolü yitirme ve patlama anı olur bu. Kimin ne zayiat alacağı öngörülemeyen.
Öte yandan dinlediğimiz bestelerin, şarkıların, melodilerin üretildiği bedenlerden; okuduğumuz edebi eserlere, hayran hayran seyrettiğimiz görsel sanat eserlerinden, neredeyse dünya üzerinde sanata dair ne varsa bu duyguları aşırı, davranışları enteresan, kişilikleri acayip insanların eseri diyebiliriz de. Adını ezbere bildiğimiz, büyük usta diye nitelendirdiklerimizin aşağı yukarı tamamı, kendisini ‘normal’ niteleyen kişilerince ‘deli’ veya ‘dahi’.
Siz de içinizden saydınız, değil mi? Van Gogh (bipolar bozukluk, intihar sonucu ölüm), Michelangelo (OKB – Obsesif Kompulsif Bozukluk), Salvador Dali (deli ve dahi olarak anılır), Hemingway (intihar sonucu ölüm), Virginia Woolf (intihar sonucu ölüm), Sylvia Plath (psikoz, bipolar, intihar sonucu ölüm), Stefan Zweig (eşiyle birlikte intihar sonucu ölüm), Jack London (intihar sonucu ölüm). Daha saymaya devam edebiliriz.
Peki nedir bu ‘normallik’? Nedir delilik? Sanat nedir? Ne içindir?
Yüzyıllardır tartışılan, bilinen ve bilinmeyen tüm filozofların gündeminden geçmiş, üzerine kütüphaneler dolusu kitaplar yazılmış, akademik hayatın araştırmalarına, tezlerine, makalelerine sayısız kez konu olmuş, basit olduğundan çok daha güçlü bu soruları benim naçizane bilgisizliğimle yeniden sorup cevaplandırmaya çalışmam yeterince anlamsız.
Sanatsız bir yaşam nasıl olurdu? İşte bu sorunun cevabını o delilerin ve dehaların olmadığı bir yaşamda tecrübe edilebilirdi ancak. Üstelik bu savı yalnızca sanat üzerinden yürütmek hem yeterli değil hem de bariz bir haksızlık.
Öte yandan içine sanat girmemiş veya üretime dönüşememiş anormaliler de var. Halk tabiriyle deliliğin herhangi bir kademesini yaşamış, en basitinden hayatının bir döneminde depresyonu tatmış, travmaya maruz kalmış veya başkasının travma ve deliliğine ikinci elden temas etmiş kişiler de artık normal ve sağlıklı grubundan defediliyorlar. Sanki travmaların varlığını topyekûn reddetmek onları gerçekten yok edebilecekmiş gibi. Kafayı kuma gömmekle eşdeğer bir kavrayamayış bu.
Sınırın öte tarafına şahsen veya dolaylı olarak şahit olmuşların muhtaç olduğu normalliğe de uyum sağlanamadığı hissettirilir bu gruptakilerin ‘sözde normaller’ tarafından. Duyguları büyüktür, korkuları büyüktür, uyumsuzlardır, aidiyet duyguları düşük, neşeleri küçüktür. Ne bir taraf kadar deli ne de diğer taraf kadar normaldirler. Rol yapma istek ve yetenekleri yüksek olsa da mutlaka ama mutlaka bir yorgunluk anındaki çatlaktan yansıyan ruh halleriyle fark edilirler. Sonunda ise ya dışlanırlar ya da dışlanacaklar korkusuyla terk-i diyar ederler. Çünkü kulakları duymasa da arkalarını döndüklerinde geriden gelen o pısır pısır sesleri hissederler.
Adeta arafı mesken bellemişlerdir demek doğru olur.
Misafirlikleri bazen öyle uzun sürer ki bu arafta, sonunda orayı evleri sanmaya başlayabilirler. Bu iki kutuplu dünyada kutupsuz kalmışlardır adeta. Deli değil fakat normal de değil. İyi değil fakat kötü de değil. Mutlu değil fakat mutsuz da değil. Hüzünlü güzel bir sıfat olabilir belki. Ait olamamanın, sığınamamanın, kök salamamanın, düştüğü yerde dinlenememenin getirdiği hüzün.
Konuyu çok dağıttım. Bu yüzden diyorlar ya okumakla yazmak el ele yürür diye. Bir yazarın yazdığı bir paragraf veya bir cümle okuyucu veya yazar – yazar adayına bambaşka kapılar çağrıştırır ve açar. Edebiyatın iyileştirici ve dönüştürücü gücü de bir nebze bundan kaynaklı olsa gerek.
Kitaba dönecek olursak…
Psikolojiye, bariz ve belirsiz olan sebeplerimin tamamı dolayısıyla uzun yıllardır meraklıyım. Çoğu hastalığın, davranış ve kişilik bozukluklarının isimlerini, genel geçer tanım ve tasvirlerini bildiğime inanıyorum. Teoride veya pratikte, kısaca profesyonel ve akademik anlamda hiçbir bilgim olmamasına rağmen, bazılarına dair derinlemesine okumalar yapmışlığım da var. Fakat kişilik bölünmesi (Dissosyatif Kişilik Bozukluğu) tüm bu saydıklarımın dışında kalan tek başlık olabilir. Jane Austen’ın hayatını anlatan film “Becoming Jane”de ilk kez izleyip halini tavını çok beğendiğim oyuncu James McAvoy’un filmi “Split”i bile ismi sebebiyle izleyememiştim. Orası benim merakıma bile yenik düşmeyecek kadar korktuğum tek psikoloji alanı. Bir akademik kitapta yalnızca bir kez denk gelip, şöyle bir kapı aralığından bakıp da kaçayım demişliğim olan bir yer orası. Orası nevrozun, hezeyanların, şizofreninin ve psikozun bile benim algımda hafif kalma ihtimali olan kapkaranlık bir alan.
Çok anlaşılır bir şekilde ufacık bilgime rağmen kişilik bölünmesinin ne olduğunu anlatmaya çalışırsam; kişinin belli bir yaşta yaşadığı ve kaldıramayacağı kadar kocaman ve iğrenç bir an veya peş peşe gelen berbat anlar silsilesi sonucu beyninin verdiği bir hayatta kalabilme tepkisi derim. Şöyle ki, teoride beyin kendini önce ikiye bölüyor. O kaldırılamaz yükteki anı yaşayan kişilik ve yaşamayan kişilik olarak ikiye. Böylece bu katran karası olayı beyin 24 saat yerine 12 saat hatırlamak zorunda kalarak yükünü hafifletiyor çünkü belli ki amigdalaya atmak bile yetmemiş. Yok eğer bu bile hala ağır geliyorsa bir kez daha bölünüyor; amaç tamamıyla olayı yaşayan ana benliğin bedende ve beyinde geçirdiği süreyi azaltarak hayatta kalabilmek – bir başka deyişle intiharı önlemek.
Bunları yazarken saat gece 01:30. Ülkedeki malum politik konjonktür sebebiyle akıl sağlığımı gözetmek üzere akıllı telefon diyetinde oluşumdan teyit edemesem de hatırladığım kadarıyla tıp literatüründe kanıtlanmış en çok kişilikli hastanın belki de epey yanlış bir bilgi olacak fakat toplam 24 bilinen kişiliği olduğu (Ertesi gün Google araştırması teyidi ile sayıyı doğru hatırladığımı gördüm), hatta ve hatta bu kişiliklerin birbirlerinden haberdar olabileceği gibi birbirlerinin varlıklarından haberdar bile olmayabileceği yönündeydi.
Üstelik bu bozukluğa dair en şaşırtıcısı bölünebilecek kişilik sayının büyüklüğü de değil! Bir kişiliği sözgelimi yüzme branşında dünya şampiyonu olabilecek yeterlilikteyken başka bir kişiliği bir karış suda boğulabiliyor. Bir kişiliği 55 yaşındayken diğer kişiliği 8 yaşında olabildiği gibi, cinsiyetleri, ilgi alanları, davranışları, her şeyleri ama her şeyleri farklı olabiliyor. Daha da enteresanı, kişilikleri oluşturan bölünmelerin tüm bu fonksiyonların ve demografik dağılımların neye göre ve hangi neden-sonuç ilişkisine bağlı olarak gerçekleştiği bilinmeyebiliyor. Öyle ki, kişilik bölünmesi olan kişinin bazı durumlarda gerçekte kaç kişiliği olduğunu ne kendisi ne de psikoterapisti veya psikiyatristi bile saptayamıyor bile. Üstüne üstelik, gözlem sürecinde bile kişinin yeni bir bölünme geçirerek yeni bir kişilik edinmeyeceğinin garantisi de yok!
Buraya bir ekleme yapmalıyım. Kitabımda sayfa 65’e henüz ulaşmışken şöyle bir paragrafla karşılaştım:
“Hem zihninde böyle bir kabiliyet bulunmasını kim istemezdi? Kötü anıları, kişileri, tecrübeleri daha doğru bir ifadeyle unutmak istenen her şeyi unutabilme yeteneği modern çağda bir süper güç sayılırdı.”
Empati yapabileceğimizin ötesindeki kötülüklere maruz kalmışların zihni ve kişilikleri bölünerek kendini korurken, amigdala dediğimiz beynimizin limbik sisteminin parçası da benzer bir görev üstleniyor aslında. Travma tedavisinde uygulamaların ana merkezi olan amigdala ile travmaların ilişkisini psikoloğum bana yıllar önce çok etkili bir örnekle açıklamıştı. Demişti ki; olaylar ve gündelik hayat yemek gibidir. Beyin bunları çiğner, sindirir ve yine beyindeki alakalı merkezlere depolar. Bazen beynin sindirim sistemine yabancı bir girer; beyin bunu önce çiğnemeyi dener fakat ne ezebilir, ne ayrıştırabilir ne de sindirebilir. İnsan halimizle odun parçası yemeye çalışmak gibi düşünün bunu; sisteme giren, çıkması için çok geç olan, mideyle bağırsak arasında bir yerde tıkanarak akışı kitleyen. İşte beynine yedirmeye çalıştığımız bu odunun ismi travmadır. Kusamaz, atamaz, yerleştiremez ve çıkartamayız. Fakat yine de devridaimi aksatmamak için bir yere tıkıştırmak zorundayızdır. Depolarız. Amigdalaya… Biz onu oradan geviş getirir gibi yeniden sindirim sistemine getirip sindirene kadar o orada zamansız, yeni yutulmuş gibi patlamaya ve sistemi bozmaya hazır bir bomba gibi bekler durur. Günümüzdeki ‘travmam tetiklendi’ tabiri de tam olarak buradan gelir. Kişiliğini bölmemiştir belki; o kadar güçlü değildir fakat yine de orada sinsice uyanık, yıllarca, tetiklenirse eğer o an şu an yaşanmış gibi ortaya çıkmak üzere uzanır durur.
Yine araya anekdot gireceğim derken çok kaptırdım. Bilip bildiklerimin tümünü sayıp döktüm galiba. Belli ki kitaba istediğim hızda dönemeyeceğiz. Sorun yok, ben de burada lise ödevi için kitap özeti çıkartmıyorum zaten.
Sonuç itibariyle spoiler vermeden yazmak istediklerim var; bunca kişilik bölünmesi anlatmaya çalışmam sebepsiz değildi pek tabii; sebebi baş kahramanımız Feyza…
Tahmin edebileceğiniz üzere Feyza, bölünmüş kişilik bozukluğundan muzdarip ve azad olmak, kendiyle birlikte var ettiği diğer kişiliklerini de azad etmek istiyor. Bu kişiliklerinden biri ise hayatı boyunca gerçekten sevdiği tek adam olan sevdiceği. Feyza’yı iyileştiremediği için kendini astığını ve bu intihar girişiminin ölümle sonuçlandığını öğrendiğimiz bu adamla Feyza’nın kafasının içinde geçen bir konuşma benim dikkatimi yeterince çekti:
“Hatırlıyor musun bir kuytu bulup uzandığımız, zamanları sündürdüğümüz günleri. Sabırla dinlerdim seni. Çözmek için. Özün üstüne giydiğin katman katman keder yeleğini birer birer çıkartıp her şeye yeniden başlamak için doktorlardan daha mı az çabaladım ben? Gönlünü karartan yükleri çıktığımız yolda atalım istedim hep.” (Sayfa 53)
Kitabın derinliğini hangi kelimelerle anlatmaya çalışırsam çalışayım, okuduğunuzda sizde uyandıracaklarının yakınından bile geçemez. Bu cümleler sonrası aklımda yine bir bilinç akışı beliriyor. Bir süredir ‘sevginin iyileştiremeyeceği kişi yoktur’ savının doğruluğunu düşünüyordum. Japonların Kintsugi sanatında yaptıkları gibi, birkaç parçaya kırılmış porseleni altınla birleştirerek onarır ve hatta bambaşka bir estetik ve güzellikle iyileştirebilirsin fakat tuzla buz olmuş, kum ve küle dönmüşlere ne yapılabilir?
Yazar tam da bu noktada bir öneri sunuyor. Özetle diyor ki; geçmişle yüzleşmeliyiz. Sadece bu da yetmez. Senin içinde var olmuş tüm benlikleri, (ben bunu tüm travmalar ve onların doğurduğu duygu durumlar ve onlara yaratılan düşünceler olarak yorumlamak istiyorum) bir masa etrafında toplayıp büyük bir kavga vermeli ve hükmü koymalısın. Bir nevi, kendini kendine kurban etmeyip; tüm benliklerine yaşanmışlıklarına boyun eğmemelisin.
Daha geniş kapsamlı yorumlamak istersem şöyle demeliyim; Kintsigu benzetmesindeki parçalanmışlıklar günümüz dünyasında bilinen isimleriyle davranış ve kişilik bozukluklarıyken, kum ve küle dönecek kadar paramparça olmuşluk bu kitapta tasvir edilen kişilik bölünmesi olurdu.
Yazarın benim psikolojinin en karanlık noktası gördüğüm yerdeki karaktere bile çözüm önerisiyle gelmesi okuyucunun yüreğini hafifletir nitelikte. En nihayetinde Feyza düzenli olarak intihar girişiminde bulunurken, sevdiceği Feyza’yı sevgisi, ilgisi ve yoldaşlığıyla kurtaramadığını anladığında kendini asarak öldüğünden, okuyucu tarafından rahatlıkla çözümsüz vaka olarak görülebilir.
Ne diyordum? Kitabın devamı öyle bir aktı ki, kitabın kapağındaki 7 Gözlü Canavar’ın hikayesinin akışı ilk kez içime içime 86. sayfada tokat gibi işledi.
“Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz…”
Tezer Özlü atfıyla ilerleyen roman zaten halihazırda mezunu olduğum ve dönemine denk gelip, üstüne üstlük dersini alma şerefine eriştiğim Sabancı Üniversitesi Öğretim Görevlisi Değerli Dicle Koğacıoğlu’nun son cümlesi “Çok acı var, dayanamıyorum…” ile başlamıştı. Onun amfi derslerinden herhangi birine girmiş olan biri olarak, kapağı açıp da karşılaştığım bu terk ve veda cümlesiyle karşılaşınca yeterince sarsılmıştım zaten. Bu sebeple, kitabımdan çıkan mektubumdaki “erkek egemen edebiyatın aksine bir kadının öyküsü işlendi” İfadesi benim bu yazıyı yazacağıma çoktan garanti vermişti bile.
Bu cümle; başlı başına hiçbir şey tecrübe etmemiş, okumamış ve hissetmemiş bir kadında bile nice şeyler doğacağını garanti ederken, girişi bu cümle olan romanın okuyucusuna, çevireceği sayfaların derinliklerine indikçe bunun kasti bir feminist manifesto değil, berbat bir kültürün her köşe başında gerçekliğine şahit olunabilecek bir ırza geçme meselesi olduğunu anlayacaktır zaten.
Ne çok istismar vukuatının tetikleyici olabileceğini bile geçtim, bu istismarların nasıl da normalleştiğinden öte, normalleştiremeyen zihinlerin bir daha görülmemek üzere gömülen, paramparça olmuşluğunun hastalıkla harmanlanmış olağanlığına bir daha gün yüzü görmemesi suretiyle üzerlerine toprak atılmışlığını, hor görülmüşlüğünü ve diriltilmemek üzere hiçleştirilmişliğini bas bas bağıran bir hikâye bu.
Konuşanların cadı, yüzleşenlerin deli, intikam arayanların öcü, intikam alanların ise şeytan olduğu dünya burası. Erkek faillerin ise hep mazlum olduğu…
Yalnızca geçmişinde veya gününde irili ufaklı istismar deneyimi olan veya olana temas eden veya olanı gazete kupüründen okuyanın anlayabileceği cümleler ve metinler yalnızca bunlar.
Kitap bitmek üzereyken son not… 198. sayfasında, yani o beklenen -SON- ibaresiyle karşılaşmadan hemen önce, bu yazıda da değindiğim bir sorgulamaya dair öyle bir tek cümleyle karşılaştım ki, sayfalarca kelimeye bedel. Sorgulamam “sevgi her şeyi onarır mı?” iken; “Anlayamıyordu. Bazı zehirlerin tedavisi sevgiyle bile olmadığı gibi eğer sağaltım zemini doğru biçimde sağlanmadıysa en tutkulu aşk dahi hastalığın kendisine dönüşüyordu” kesitindeki anlam yeterince güçlü bir cevap oldu bana…
Beril Bozdoğan
Sabancı Üniversitesi Endüstri Mühendisliği’nden mezun olduktan sonra ilk çocuğunun doğumuna kadar aktif olarak teknolojik danışmanlık ve eğitim sektörlerinde çalışmaya devam etti. Üniversite ve iş hayatı boyunca asıl ilgi alanı olan sanat tarihi, çizim ve yaratıcı yazma eğitimlerini sürdürdü. Anne olduktan sonra ise çocukluk hayallerinin peşinden giderek, edebiyata ve resim sanatına ağırlık verdi. “Blöf – Aşkın Aşınmış Hali” adlı romanın yazarı olar Beril Bozdoğan, eşi, çocukları Burç ve Boran ile İstanbul’da yaşıyor.