Ünü yaratıcısı Dr. Frankenstein’ı ve yazarı Mary Shelley’i aşan ve çoğu kez adı “Frankenstein” sanılan Canavar, kitaptan sinemaya en çok uyarlanan karakterlerden biridir. Shelley’nin unutulmaz hikayesi, bilim ile etik arasındaki ince çizgide gezinirken Frankenstein’ın önce yaratıp, sonra terk ettiği Canavar, ürkünçlüğü ile kaderin, yalnızlığın, öteki olmanın acımasız yüzünü bize hissettirir. Bu yazı da “Frankenstein; ya da Modern Prometheus”tan yola çıkarak Canavar ve temsil ettiği ötekilerle empati kurma üzerine bir denemedir.
NİLGÜN KARATAŞ
Hazırlamaya çalıştığım “Kitaplar ve Uyarlama Filmler” serisinde, sanırım düşündüğüm sıralamada ilerlemem mümkün olmayacak. Belki de böylesi daha iyi; çoğu klasikleşmiş olan eserleri günümüz gündeminin ışığında ele almak hem daha keyifli hem de düşündürücü olabilir. Listemin en popüler kitabı ve film uyarlamasını yazmaya hazırlanırken Netflix’te Çağan Irmak imzalı “Yaratılan”ın gösterime girmesi, onu izlediğim günün Cadılar Bayramı’na denk gelmesi, “Frankenstein; ya da Modern Prometheus”a öncelik vermeme neden oldu. Yönetmen Irmak, senaryosunu yazarken Frankenstein’dan ilham almış, bölüm başında da bunu belirtiyor zaten. Konusunu anlatmayacağım ama Osmanlı döneminde geçen filmde yönetmen bizi, delilik ile dahilik arasında dolaştırıyor. Tıpkı “Frankenstein ve Canavar” gibi… Bazı karakterlerin okurla tanıştıktan tam 205 yıl sonra, bir yönetmene daha ilham olması, yeni izleyicilerle buluşması bana çok enteresan ve büyüleyici geliyor. İşte bu yazı da Dr. Frankenstein’ın ve yarattığı Canavar’ın varoluş sürecini irdelerken, onların fantastik hikayeleri üzerinden kendi varoluşsal sorularımıza yanıt arıyor.
Karekterler üzerine düşünmeden önce İngiliz yazar Mary Shelley’i birazcık tanıyalım. Bugün Mary Shelley, bilim kurgu türünün de öncülerinden biri olarak kabul ediliyor. Ancak düşünün iki asır öncesi ve bir kadın yazar ve tuhaf bir hikaye…
Yıl 1818 ve tabi ki kadının adı yok!
Feminist düşünceleriyle tanınan bir anne (Mary Wollstonecraft) ve filozof/yazar bir babanın (William Godwin) kızı olan Mary Shelley, 30 Ağustos 1797’de İngiltere’de dünyaya geldi. Edebiyatla iç içe büyüyen Shelley’in eşi ise bir şair; Percy Bysshe Shelley. Tüm çevresi edebiyatçılarla çevrili olan Mary ve eşi, 1816 yasında aralarında Lord Byron’ın da bulunduğu bazı yazarlarla birlikte İsviçre Alpleri’ne gidiyor. Grup bu seyahat sırasında, kendi aralarında bir hikaye anlatma yarışması düzenliyor. İşte bu yarışmayla, Mary Shelley’nin kafasında “Frankenstein”ın var olmaya başlıyor. Romanın ilk baskısı 1818 yılında Londra’da yapılıyor ve ve Mary Shelley’nin adı yerine kitabın başında “Anonymous” yani “anonim” ibaresi yer alıyor. Bu eserin, bir kadın yazar tarafından kaleme alınmasının okuyucuda önyargı oluşturacağı düşünülüyor. Roman ilk çıktığında kimileri içindeki karanlık, gotik öğeleri takdir ediyor, kimileri de ahlaki ve dini açıdan tartışmalı buluyor. Roman yavaş yavaş popülerlik kazanınca 1823’de ikinci baskı yapılıyor ve Shelley’nin imzası kapağa ekleniyor. Zaman içinde edebi bir başyapıt olarak kabul edilen eser, bugüne kadar birçok uyarlamaya, filme, tiyatroya konu oldu. Halen modern popüler kültürde de etkisini sürdürüyor.
Bilim ve etik arasındaki ince çizgi!
Mary Shelley, genç yaşına rağmen bu eserini yazarken, bilimle etik arasındaki ince çizgiyi keşfetmiş olmalı. “Frankenstein; ya da Modern Prometheus” romanında, bir doktor olan Victor Frankenstein, zamanının bilimini ve teknolojisini kullanarak bir Canavar yaratır. Hikaye, genç bilimadamı Victor Frankenstein’ın, çeşitli ceset parçalarını bir araya getirerek yarattığı canavarın hikayesini anlatır. Ancak doktor, can verdiği Canavar’ın görüntüsünden dehşete düşer ve kaçar. Dr. Victor Frankenstein’ın yarattığı isimsiz Canavar arasındaki ilişkiden yola çıkarak, eserin bilimle etik arasında derin tartışmayı tetiklediğini söylemek mümkün. Bilimle nereye kadar oynanabilir? Doğanın sınırları nereye kadar zorlanabilir?..
Alt metin zenginliği…
Eserin, alt metni birçok farklı şekilde yorumlanabilir. Mesela; kahramanımız Victor’un genç yaşta annesini kaybetmiş olduğu ve bundan çok etkilendiği düşünülünce, ölüme meydan okuması onun kişisel trajedi gibi okunabilir. Bu noktada şöyle bir soru sorabilirim: Kendi travmalarımız, büyük acılarımız var diye başkalarında travma yaratma hakkına sahip miyiz? Bunun sorumluluğunu taşıyabilecek kadar güçlü müyüz?
Kahramanımız Frankenstein’ın bir bilim insanı olarak sorumluluklarının bilincinde olduğunu söylemek mümkün değil. Öyle ya eserde, doktorun bilimsel tutkusu ile yaşamın sırlarını keşfetme, sınırları zorlama arzusu birleşince ortaya bir Canavar çıkar. Ancak romanda da, filmlerde de görürüz ki doktor, Canavar’ı yaratırken ne sonuçlarını düşünür ne de sorumluluklarına odaklanır. Bu düşüncesizliği yüzünden Canavar’ın hedefi haline gelir ve bedelini sevdiklerinin canıyla öder. Bu noktada şu soruya yanıt arayabiliriz: Dr. Victor Frankenstein, Canavar’ın mı yoksa kendi arzularının, tutkusunun, hırsının mı kurbanıdır? Yaratıcıya sempati duyup, Canavar’a karşı onun tarafını tutmadan önce, kanatimce Frankenstein’ı motive eden duyguları da sorgulamak gerekir. Güç, üstünlük hissi, ego… Doğru yönetilmediği zaman ne yıkıcı duygular değil mi? Bu eserde olduğu gibi, bu yakıcı ve yıkıcı duyguların tüm taraflar açısından trajik sonuçları olabiliyor…
Arayış, isyan ve intikam…
Eğer karakterlerin psikolojisine odaklanacaksak, Canavar’ın gözünden olaya bakmayı tercih ederim. Çünkü Dr. Frankenstein yaratıcıdır, Canavar ise yaratılan. Dünyaya gelmiş olması Canavar’ın değil, Frankenstein’ın seçimidir. Ürkünç ve korkunç olmak onun için de üzücüdür, çünkü yaratıcısı ancak o kadar beceriklidir. Üstelik yaratıcı baba sorumsuzdur, sırf çirkin ve görünümü ürkütücü diye oğlunu dışlayarak bunu çok net bir şekilde gösterir!
Canavar ne yazık ki, düşünebilen bir yaratıktır; yaratıcısı tarafından terk edilmenin acısını içinde duyar. Canavar, insanlarla iletişim kurmak, etkileşime girmek için elinden geleni yapar; kabul görmek ister ancak dışlanır. İnsanların korku ve nefretiyle karşılaşınca saklanır. Fakir bir aileye duyduğu yakınlık, odun toplayarak ihtiyatlı bir şekilde onlara destek olma çabası aslında kendini bir yere ait hissetme çabalarını anlatır. Onların arasında gizlice yaşayarak okumayı ve konuşmayı öğrenmesi, ailenin görme engelli babasıyla arkadaşlık kurması kaderini değiştirmeye yetmez, ailenin diğer fertleri ondan korkunca oradan ayrılmak zorunda kalır.
İster inançlı olalım, ister inançsız kızdığımızda, öfkelendiğimizde varlığımıza isyan ederiz değil mi? Canavar da, öteki olmanın acısıyla önce isyan ediyor, sonra intikam almanın peşine düşüyor. Yaratıcıyı araması, bulması, yüzleşmesiyle değil de, genel de yaratıcısının değer verdiklerine zarar vermesi yüzünden “iblis” olarak nitelenen isimsiz Canavar, aslında öteki olmanın zorluğunu ne kadar net anlatıyor. Kapsayıcı olmasını umduğumuz toplumun dışlayıcı doğası, insanların farklılıklara olan tepkisi günümüz insanının da karşılaştığı sorunlar değil mi? İzolasyonun insan psikolojisi üzerindeki etkilerini anlamak için Canavar’la da empati yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Canavar’ı anladığımızda, çevremizdeki canavarlarla da anlaşmanın bir yolunu bulabiliriz belki.
Ateşi çalmanın gazabı!
Bu arada kitabın “Frankenstein; ya da Modern Prometheus” başlığındaki mitoloji göndermesine de değinmezsek olmaz. Prometheus, Antik Yunan mitolojisinde tanrılara karşı çıkan ve insanlara ateşi veren tanrıdır. Ateşi insanlara vererek onları bilgelikle donatan Prometheus, diğer tanrıların öfkesini çeker ve cezalandırılır. Bu mit; insanın bilgiye, teknolojiye ve aydınlanmaya olan açlığını ve bu uğurda göze alabileceği riskleri temsil eder. Mary Shelley’nin “Modern Prometheus” benzetmesi, Victor Frankenstein’ın yaratma sürecinde tanrısal bir rol üstlenmesine ve biliminin insan hayatına müdahalesine vurgu yapar.
Victor, Canavar’ı ilk yarattığı zaman Prometheus’un ateşi insanlara vermesi gibi, yaşamın sırlarını keşfetmiş ve ölüme karşı bir başarı elde etmiştir. Ancak Victor’un bu kararı alması, hem kendisi hem de eseri açısından trajik sonuçlar doğurur, o da Prometheus gibi yaptığı eylemin gazabına uğrar. Ateşi çalmanın mitolojide de, romanda da, filmde de ve kurgu dünyasında olduğu gibi gerçek hayatta da bir bedeli vardır…
Frankenstein sinemada
Eseri bu kadar inceledikten sonra film uyarlamalarına da hızla göz atalım. “Frankenstein” sinemaya pek çok kez uyarlandı ve bu uyarlamaların ilki 1910 yılında geldi. Edison Studios tarafından çekilen kısa bir sessiz film olan “Frankenstein,” orijinal hikayeden önemli ölçüde sapmıştı. Yine de bu film, sinemanın erken dönemlerinde bile Frankenstein hikayesinin büyük bir ilgi gördüğünü gösteriyor.
Ancak, en ikonik ve etkileyici Frankenstein filmi, 1931 yılında yönetmen James Whale tarafından çekilen “Frankenstein” olarak kabul ediliyor. Bu filmde Boris Karloff, canlandırdığı Canavarla karakteri ile unutulmaz bir performans sergiledi. Bu fiyl aynı zamanda sinema tarihinde korku ve bilim kurgu türlerinde bir dönüm noktası oldu.
Bu filmin başarısıyla birlikte, Universal Stüdyoları, 1930’ların sonlarına kadar bir dizi Frankenstein filmi yapmaya devam etti. “Bride of Frankenstein” (1935), “Son of Frankenstein” (1939) gibi devam filmleri ve “Abbott and Costello Meet Frankenstein” (1948) gibi komedi unsurlarının da olduğu yapımlar izleyicilerle buluştu.
Frankenstein temalı filmler, zaman içinde farklı yorumlarla ve çeşitli türlerde devam etti. Hammer Film Productions’un 1957 yapımı “The Curse of Frankenstein” ve Universal’ın 1994 yapımı “Mary Shelley’s Frankenstein” gibi yapımlar da dikkat çeken uyarlamalardan birkaçı. Bu filmlere göz atmak isterseniz, Wikipedia’daki bu sayfaya göz atabilirsiniz.
H. Nilgün Karataş
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden “gazetecilik yapmayacağım” diyerek mezun oldum ve yıllarca Milliyet, Dünya, Günaydın, Akşam, BusinessWeek Dergisi, Para Dergisi ve Hürriyet Gazetesi’nde “çok severek” çalıştım. Uzmanlık alanım ekonomi gazeteciliği olmasına karşın kitaplar ve filmler beni her zaman büyüledi, hayatı onlar üzerinden çözümlemeyi sevdim. Halen iletişim sektöründe çalışıp, Suare Dergi için yazarken öykü, roman ve senaryo çalışmalarımı da sürdürüyorum. Bu arada ikinci üniversite olarak İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe Bölümü öğrencisiyim.
Ünü yazarını geçen roman kahramanları
Bazı kurgu karakterler var ki, onu şıp diye tanırız da yazarının adını bir anda hatırlamak kolay olmaz. Edebiyat tarihinde ünü yazarlarını aşan, kültürel bir etki yaratmış pek çok kurgusal karakter bulunuyor. Don Juan, Tarzan, Frankenstein, Robinson Crusoe gibi karakterlerin hemen hemen hepsi film karakterlerine dönüşmeyi de başarmıştır.
Çağan Irmak’ın Frankenstein’dan ilham alan dizisi ‘Yaratılan’ Netflix’te
Yönetmeni Çağan Irmak’ın hem senaryosunu yazdığı hem de yönetmenliğini üstlendiği Yaratılan, Frankenstein’dan ilham alınarak, 8 bölümlük bir dizi olarak izleyici karşısına çıktı