Ingmar Bergman’ın yönetmenliğini yaptığı, Bibi Andersson ve Liv Ullmann’ın başrollerde oynadığı 1966 yılı yapımı İsveç filmi Persona, modern sinemanın en etkili filmlerinden biri olarak kabul ediliyor. Carl Gustav Jung’un arketipler kuramını merkezine alan film, izleyicisine “maske” ve “gölge” kavramlarını sorgulamaya itiyor.
ALPERHAN BENLİOĞLU
1966 yapımı İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’ın eseri Persona 58 yıldır üzerine konuşulan gerçek bir baş yapıt. Başrollerinde Bibi Andersson (Hemşire Alma) ve Liv Ullmann’ın (Elisabeth Vogler) yer aldığı film baştan sonra metaforik öğeler ve psikolojik temalarla kaplı. Bunca yıldır defalarca izlenmesinin ve yorumlanmasının sırrı da burada saklı diye düşünüyorum.
Persona ünlü bir oyuncu olan Elisabeth’in oynadığı bir oyun sırasında aniden susması ve konuşamamakta ısrar etmesi üzerine kurulu. Elisabeth’e yardımcı olmak isteyen Hemşire Alma ise onun tersine anlatacak pek çok şeyi olan ve içine attıklarını anlatmaya oldukça hevesli bir karakter olarak onu yardım etmekle görevlendiriliyor. Doktorun yönlendirmesi ile uzak bir yazlık evinde Elisabeth’in suskunluğunun tedavi edilmesi işini üstlenen Alma film boyunca içini dökecek ve ünlü oyuncuyu iyiliştirmeye çalışacaktır.
Filmin adından da anlaşılacağı gibi film Persona’lar ile doğrudan etkili. İsviçreli psikiyatris Carl Gustav Jung tarafından ortaya atılan kişilik arketiplerinden biri olan Persona hepimizin kendi özbenliği dışında takındığımız günlük rolleri simgelemekte. “Biz kimiz?”diye sorduğumuzda aklımıza onlarsa farklı şey gelmesi mümkün. Bir baba, bir yönetici, bir işçi ya da bir eş. Hepimiz farklı maskeler takarak farklı personalarımızla hayatımızı sürdürüyoruz. Burada da karşımıza çıkan iki karakter aslında birbirinin personası. Spoiler vermemek adına burasını fazla detaylandırmadan geçmek istiyorum.
Filmin başlangıcının da ayrı bir çarpıcı şölen olduğunu söylemeden geçmek istemiyorum. Birbirinden farklı kısa videoların geçişi bizi morg olduğunu düşündüğümüz bir sedyede yatan bir çocuk görseliyle kucaklıyorum. Ne yaparsa yapsın üstünü tamamen örtemeyen çocuğun hayatta olduğunu ve kameralara doğru sürekli uzandığını farkediyoruz.
Burada psikolojiyle ilgisi olanlar Lacan’ın Ayna’sı ve benlik teorisini hemen farkedeceklerdir. Çocuğun benliğinin keşfinde annesine duyduğu özlem aynaya olan uzanma gibi kendini belli ettirmektedir. Yıllar önce yanılmıyorsam Endonezya’da bulunan ilk insan yapımı olduğu düşünelen resimde de bize doğru uzanmış bir el yer almaktadır. İnsanın varoluştan bu yana bağ kurma ihtiyacı ve bunu ellerini karşıya uzatan bir bebek gibi yazması filmdeki çocuğunda bağ kurma eksikliğini anlatmakta. Film boyunca geçen konuşmalardan da kolaylıkla takip edebileceğimiz Elektra ve Oudipus kompleksi çocuk ve aile ilişkileri de diyolaglarda bolca yerini alıyor. Zaten Elisabeth’in suskunluğa kapıldığı oyunun adı da “Elektra” olarak adlandırılmış.
Filmin sonunda insanın hangi maskeyi taktığı ya da başka bir arketip olan içimizdeki kötüğü simgeleyen hangi GÖLGE’ye sahip olduğumuzu düşünmeden edemiyorsunuz. Herkesin iyi olduğunu düşündüğü ama öyle olmadığını bir dünyada GÖLGE’nizle yüzleşmeye ve PERSONA’larınızı tanımlamaya hazır mısınız?
Alperhan Benlioğlu
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Fizik Bölümü ve Anadolu Üniversitesi İktisat Bölümleri mezun olduktan sonra kariyerime Hacettepe Üniversitesi’nde MBA ile devam ettim. Aselsan’da 12 yıl Proje Yöneticisi olarak görev yaptıktan sonra, kariyerini Prowin Danışmanlık’ta Genel Müdür Yardımcısı olarak sürdürüyorum. Sinema ve edebiyat ile yakından ilgileniyorum. “Sihirli Maceralar Kitabı”, “Bal Porsuğu Uzaylılara Karşı” ve “Hindistan Cevizine Ne Oldu?” isimli üç çocuk kitabım bulunuyor. Bugüne kadar şiir ve hikayelerim 10’un üzerinde farklı kolektif kitapta yer alırken, yazmaya devam ediyorum.