Ülkemizde “Aşkın Gücü” adıyla gösterilen What Dreams May Come (1998), yaşanan trajik bir kazanın ardından bize ölümden sonrasını düşündürtüyor. Ve şunu da sorduruyor: Ya her şey bir rüyaysa? Çünkü uyanmak varsa, bir rüya gerekir bize…
Elif Gülünay
Filmimiz de, biraz sonra açılacaklar da;
+ Merak edenler, soranlar, araştıranlar, gözlemleyenler, esnek olanlar içindir.
Zararsızdır ama dilenirse ekran kapatılabilir.
🍀
Ne kadar düşünürüz… bir mucize olduğumuzu?
Sanki olması gerekmiş gibi,
normalimizdir artık?
Ne kadar düşünürüz… akıl dışı olduğunu, var oluşun?
Sanki olması gerekmiş gibi,
normalimizdir artık?
Doğan bebeğin mimiklerine bakar,
“meleklerle konuşuyor” deriz de
öteye götürmeyiz dediğimizi.
Normalimizdir artık.
Evrenin kendisi, sonsuza dek uzayıp giden ışıklı iplikçiklerden oluşmuştur dense saçmalıktır da,
Hologramlar, telefonlar,
normalimizdir artık.
Psişik insanların, medyumların varlığı, söylediği uçuk kaçıktır da,
yılana dönen asalar, yarılan denizler, taşa dönen insanlar,
normalimizdir artık.
Oysa, bir kişi… bir kişi bile deneyimlemişse,
artık olabilirlik dahilindedir.
Nice potansiyelimizin delili gün ışığındadır.
Işığındadır da normalimizde değildir,
kontrol edebildikleri enerji bedenleriyle, bilinçli bir şekilde,
başka evrenlere gidebilen,
kendi dünyalarını yaratabilen Carlos Castaneda gibi insanların varlığı.
Oysa, çıkıp normallikten, bir adım daha götürsek durduğumuz yeri,
gösterecek var oluş bize boyalı olandan farklı,
diğer… gerçek yüzünü.
Oysa, çıkıp normallikten, hani bir soru daha sorsak,
her şeyin enerji olduğunu artık bilen bilimin de
geldiği yerden tutup…
aynı anda bu gerçekliğe bağlanışımızın,
aynı anda televizyon kanalına bağlanışımızın
yok bir farkına… varacağız… ayacağız.
“Bas kumandaya, atla farklı kanala” nın çevirisi,
Değiştir kanalı… değişsin algı.
Yok bir farkını… göreceğiz.
🍀
Bazen muazzam bir ses dinlerken,
bazen bir bebeği severken,
bazen toplumca tek yürek olmuşken,
bazen, bazen, bazen… yükseldiğimiz ve
yaydığımız o titreşimin olduğu yerde,
birsek,
tahmin etmesi hiç de zor olmayan bir şey olurdu değil mi?
Cevabı,
herkesin kendi hayalindekine göre,
ucu açıklığa meyledecek şekilde şöyle bağlayabiliriz belki… Cennet!
Oysa, nasıl da saplanıp kalmışız,
tek gerçeklik bu… dediğimiz kanala.
Oysa, nasıl da saplanıp kalmışız,
hiç ölmeyecekmişiz gibi… yaşama batmaya.
Kırmadan dökmeden atlayabiliyor muyuz… bir sonraki saniyeye.
Mevlana’nın dediği gibi soktuk mu edebi… her an’ımıza.
Ediyor muyuz veda… ayrılırken.
Olması gerekeni söylüyor muyuz… veda ederken.
Gerçekten önemli mi şimdi öfkelenmem deyip,
avladık mı kendimizi ve… durduk mu tam olacakken.
Kısaca;
Ouspensky’nin de dediği gibi;
“İnsan doğabilir,
fakat doğmak için önce ölmelidir ve
ölmek için ise önce
uyanmalıdır.”
Kısaca çevirisi;
Eğer bu dualizmayı, nakış gibi işleyen zihnimizin getirdiği duyguların esiri halinde yaşamaya devam edersek,
bir ustanın da söylediği gibi;
Öte aleme CEPLİ kefenimizle gideriz.
Cebin içinde ne mi var?
Korkularımız, yargıladıklarımız, kızgınlıklarımız, kendimizi suçladıklarımız, bağımlılıklarımız, bla bla…
yani bilinç altındaki kırıntılarımız.
Önce, uyanmalıyız.
Şu anda yaşarken, farkındalık içinde,
kodlanmış zihnimizin bize yaptırdıklarına,
hissettirdiklerine dair kontrolü ele alıp,
cebimizdeki kırıntıları temizlediğimizde,
artık kefeni cepsiz bir ölüyüzdür. (Ölmeden önce ölmek)
Ve sonrasında,
dualizmanın olmadığı kanalın bağlandığı huzur, sevgi ile,
sadece izleme, yani
şahit olma haliyle doğarız. (İnsan doğabilir)
🍀
Öte alem sır olmaktan çıktı dense;
Muhtemel, deli zırvalaması cevabı gelecek.
Burası ve ölüm sonrasında aynı işleyen bir mekanizma var desek;
Muhtemel, “bunu diyen öte alemi mi görmüş” diye bir soru gelecek.
Evet, gitmişler.
Carlos Castaneda gibi insanlar ki deneyimlerden oluşan on iki kitabı okunabilir.
Ama ondan da önce meğer ölüm sonrası bilgisi hep burnumuzun dibindeymiş de,
bize görünmez olmuş.
Peygamberimiz; “Nasıl ölürseniz, öyle dirilirsiniz” demiş zaten.
İşte cevap, bu kadar basit.
Kefenimizin cebini neyle doldurduysak… gittiğimizde de onu yaşarız.
Tıpkı burada kendimize yaşattıklarımız gibi.
Takıntıları olanın buradaki cehennemi ile
temizlenmemiş zihnin oradaki cehennemi…
Farklı değildir olan.
Hani derler ya; “Arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” veya
Mevlana’nın söylediği gibi; “Her kuş, kendi cinsiyle uçar” yani bir kartalın serçeyle uçmaması gibi,
bizler de,
hangi titreşimdeysek, frekanstaysak
gene televizyon misali,
aynı kanala bağlanırız… cebimizdeki artıklarla.
Gene,
Kuran’da ne der;
“Ben kullarıma zulmetmem, onlar kendi öz benliklerine zulmeder.”
Fail bellidir.
Kendimizi suçlu bulmalarımız, cezalandırmalarımız zulmümüzdür varlığımıza.
“Keşke şöyle yapsaydım.” “Keşke böyle yapmasaydım.”
Toltek Bilgeliğinde, an’da olmayı başarmış bir savaşçının keşkesi yoktur mesela.
Çünkü dikkati an’da olanın, uyku içinde yapılanı da yoktur… keşkesi de…
Başkalarına sonsuz hoş gürü,
Kendimize kırbaç.
Neden kadim bilgilerde tövbe, arınma, günah çıkarma gibi uygulamalar vardır?
Çünkü, yanlış dediklerimizi yapma potansiyelimiz vardır, bilinir?
Nedir giden bizden tövbeyle?
Kendimize biçtiğimiz cezamız…
Neden helallik istenir?
Kopardığımız enerjetik bağımızdır, açılımı.
Ve,
silinen
kendimize biçtiğimiz cezamız…
Ne ekiyorsak, onu biçiyoruz,
Burada da… orada da…
Kendi ellerimizle.
Burada da… orada da parola… uyanmaktır.
🍀
Uyanmak varsa,
bir rüya gerek bize;
“Uff neyse ki rüyaymış!” ya da
“Ah yaa, biraz daha devam etseydi keşke!” diye hayıflandıklarımız da olur,
gerçekliği ancak gözümüzü açtığımızda uzaklaşan,
uçtuğumuz da düştüğümüz de olan rüyalarda…
Filmle bağdaşması babında “haberci” olanlarından değil de
“bilinçaltı” olan rüyalarımızı hatırlarsak;
Gün içerisinde yaşadıklarımız da
geçmişte yaşadıklarımız da veya
olması için kafamıza taktıklarımız da,
uykuya dalmamızla hortlarlar ve
şu an kadar canlıdırlar rüyalarımızda.
Buraya kadar itiraz yoktur, deneyimlenmesinden sebep.
Yazılarımda filmleri spiritüel yorumlarken,
kodlanmış zihnimizin nasıl da yapıldığını (aile, çevre, medya, gelenek vs),
algı dediğimiz algoritmamızla ne düşünceler, davranışlar, eylemler içerisine girebildiğimize de
aydık hani…
Burada da itiraz yoktur muhtemel?
İşte;
Ölüm sonrasında, yok olmayan,
dönüşen enerjimiz,
bilinçaltımızda yani kefenimizin cebinde kalanlarla,
araf denilen süreci yaşar ve
başlarız başka bir
rüyaya…
Nasıl mı?
Görünür olacak filmimizde.
Kısaca,
Kendimiz zannettiğimizden sıyrılıp özümüze ulaşamaz isek,
Dünyada uyku,
Araf’da ise zihnimizde kalan olur.
Ve rüya,
Cennette olur,
Cehennem de…
🍀
ELİF GÜLÜNAY
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Resim-İş Bölüm, Grafik ana sanat dalından mezun olmuş, mesleğini icra ederken reklam camiasında yer almaya meylederek istifa etmiş, sonrasında fıtratımın öğretmenliğe uygunluğunu idrak ederek geri dönüş yapmış bir resim öğretmeniyim. Mesleğime ilk günkü heyecanımla devam ederken, sadece “istemek” ile herkesin resim yapabileceğine inanıyorum ve bunu deneyimletiyorum. Düşüncelerimizi görünür kılan filmleri ve dizileri ise kendimize olan yolculuğun bir parçası olarak görüyor ve evrilmemize olan katkılarını yorumluyorum.
Aşkın Gücü – What Dreams May Come
Richard Matheson’ın aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan What Dreams May Come (Aşkın Gücü -1998), Chris Nielsen (Robin Williams) ve karısı Annie (Annabella Sciorra) arasındaki sevgi hikayesini konu edinir.