tan doğan
________________________________________________
erk bir hiçtir, siyasalar gelgittir, ömür gel-geçtir “as’lolan hayat”sa ve ‘hayat’ salt zenginlerin, bencillerin, zâlimlerin kurgusu/‘oyun’u olarak sürmemeli, bu ‘dünya’ kötülerin, çıkarcıların, ‘sevgi yoksunları’nın keyfe keder istek ve ârsızlıklarınca dönmemeliyse.
ey bugünü ve ‘yarın’ı, gelecek kuşakları, temiz rûh ve dünyayı; ‘evrensel barış ve kardeşlik’ düşünü, ‘güzel insanlık’ düşününü dert edinenler! iyi ahlâklı, doğru akıllı, güzel gönüllü olanlara katılın ve dahi ‘azınlığı azımsamayın!’ yoksa, yoğuz. söz sizde…
______________________________________________________
“azınlık” ve…
sözlüklerce tanım hemen hemen şu: bir toplulukta nitelikçe ayrı, sayıca az olanlar. nicelikçe ya da nüfusça belirli bir sayıda olmaya karşın, ‘bilinç’ ve ‘kültür’ öne çıkarken, dilsel, söylemsel ve eylemsel konum düşünselliğin uzantıları olmakta ki, nitelik de bu bağlamda işlevselleşiyor.
söz konusu olgu burada etnik ve de dinsel, geleneksel (örf, âdet vb.) kimlikte ya da grup, kurum, yapılanma olarak (sosyolojik, teolojik, ideolojik) değil, ‘düşün’ boyutunda (felsefik) irdelenmeyi ereklemektedir. bir de, ‘az’ sayfalık dillemede, “azınlık” denilince ahlâki ‘iyi’den, mantıksal ‘doğru’dan, estetik ‘güzel’den felsefe ve sanat, edebiyat, bilim dallarından yanalık/tarafgirlik de anlaşılmalıdır, elbette ‘evrensel’ doğrultuda.
azınlığın dışsal sesi salt kendince değil, çoğunluğun içsel sesini de dile getirmeyi amaçlar. çeşitli nedenlerle (toplumsal, siyasal, dinsel, ahlâksal, ekonomik, kültürel vb.) ‘susku’ içinde zorâki ve zorlu yaşam süren kişilerin bir tür gönüllü elçiliğini sürdürmenin sorumluluğunu taşıyan bu kesim, ‘özgürlük’ kavramını kuramsallıkta tutmakla yetinmeyip, kılgısallığı önemser ki, bu kişiler kuşkusuz ‘aydın’dır ve (yalnızca bilim, sanat, edebiyat, felsefe vb. dallarla uğraşanlardan değil) her ‘toplum’un ve her ‘halk’ın her kesiminden mürekkeptir, yeter ki ‘bilinçli birey’ler topluluğu olsun. çünkü ‘bilinçlilik’ ve de ‘farkındalık’, olup-biteni görmek, algılamak, anlamak, bu bağlamda ‘hoşnut’ olmadığı yaşam biçimini, dünya’yı ‘değiştirmek’ için çaba sarf etmek de demektir.
aklı ve duygusu yerinde olan bir ‘birey’ hiçbir şeyin (insan, hayvan, doğa, dünya, evren vb.) ‘acı’ çekmesini istemez, ‘azınlık’sa hiç istemez ve çok nedenli her ‘kötü/kirli’ süreci olabildiğince ‘özgür istenç’ doğrultusunda değiştirmeyi diler, dahası bunu eyler. ‘eylemek’se, bireysel ve ‘iyi niyet’li (örneğin bilim insanının bilim, yazarın yazı, düşünürün düşünce, işçinin iş üretme) çabalarını aslâ ve kat’a azımsamadan, bir başına yeterli olamadığını imleyip, bir başka oluşuma gereksinimi doğurmaktadır: ‘birliktelik.’ çalışan ya da emekli, genç ya da yaşlı, kadın ya da erkek demeden, bir ‘birliktelik’ ya da ‘ortak akıl-duygu’ doğrultusunda bir ‘örgütlenme’ sağlanıp, bunu ‘eylemsellik’te anlamlı kılmak söz konusu ol(a)madığında, ne bir kişinin ne bir topluluğun ne de insanlığın (ve de hayvanın, doğanın, dünya’nın) ‘acı’dan kurtulması olasıdır.
tarihsel süre(ç) bize -bütünsel olarak algılayamasak da!- bir şey öğrettiyse, o da akıl-duygu bağıyla ‘el ele’ olmanın mutlak ve şart olduğudur. evrensel sorunsal olarak ‘mutluluk’ üzerine yeterince düşünmemek ve bunun için birliktelik fikri ve rûhunu gereğince hayata geçirmemek çokça nedene yaslandırılsa da, artık bu ‘yoz’ anlayıştan ivedi sıyrılmak gerekiyor. bunu da yaşamsal kılacak olan önce ‘birey’ olmanın zorlu yollarını aşmak, birliktelik bilinci ve farkındalığıyla sayıca az, nitelikçe çok olan topluluğa, eşdeyişle “azınlık”lara, ulaşmak; ‘iyi, doğru, güzel’ toplumları ‘evrensel mutluluk’ düşü ve düşünüyle kurup, eylemektir.
düş ve düşün-duygu birlikteliği şart, ki -diyelim- bu salt bir ‘romantik söylem’ olarak başlasa da. (sözde iyi, ‘gerçek’te kötü -‘finansal’ yapısı ve kullanımı kuşkulu!- örgütler hâriç) hayvanları koruma, çevreyi kollama, doğayı güzelleştirme ve de insan haklarına sâhip çıkma benzeri birliktelikler, örgütlenmeler olsa da, bunun bütünsel bir düşün doğrultusunda (ki hepsini kapsar) ‘evrensel bir yapılanma’ya dönüştürmek, bir ‘azınlık dili, kültürü, söylemi, eylemi’ni kuramsal ve kılgısal (teorik ve pratik) tabana oturtup yaygınlaştırmak, sorunlarla örülü ‘kötücül gidiş’i (su ve gıda azlığı ve de haksız paylaşımı.. açlık-yoksulluk-işsizlik dayatması.. doğa ve akıl-rûh kirliliği.. çocuğa, kadına, hayvana zulüm… emek sömürüsü… kapitalizm ve emperyalizm baskısı… savaş bezirgânlığı…) durdurup, “dünya’nın sonu”nun erkene çekilmesini önleyeceği gibi, yeni hayat olmasa da, ‘yenilenen hayat’ olasılığını biçimlendirmek adına yoksanacak bir ‘dilek’ yükünü taşımıyor olmasa gerek.
erk bir hiçtir, siyasalar gelgittir, ömür gel-geçtir “as’lolan hayat”sa ve ‘hayat’ salt zenginlerin, bencillerin, zâlimlerin kurgusu/‘oyun’u olarak sürmemeli, bu ‘dünya’ kötülerin, çıkarcıların, ‘sevgi yoksunları’nın keyfe keder istek ve ârsızlıklarınca dönmemeliyse.
ey bugünü ve ‘yarın’ı, gelecek kuşakları, temiz rûh ve dünyayı; ‘evrensel barış ve kardeşlik’ düşünü, ‘güzel insanlık’ düşününü dert edinenler! iyi ahlâklı, doğru akıllı, güzel gönüllü olanlara katılın ve dahi ‘azınlığı azımsamayın!’ yoksa, yoğuz. söz sizde…

bir çift söz
ya da ‘anlak’tan
‘karar’a incecik bir yol ve…
erk, bir hiçtir.
anlak ve…
iğdiş edilmiş akıl, sırf kendini akışa salmış değil, karşı koymak bir yana, akıntıyla aynı yönde kürek çeker olmuş handiyse, korsan-sever bir acı-çeker forsa olup! anlağını, anlama yetisini (kuvvei zihniye, zekâ) askıya alan hemen her yolcu, ‘dünya gemisi’nde ‘mesût ve bahtiyâr’ değilken, daha aç, daha işsiz ve daha zulüm çeker olmamak için dilini yutmuş, direncini kırmış, umudunu yok etmiş hâlde, ‘ahmağım ama hayattayım ya!’ der gibi ölgünlükten yana sözde yol almakta, erk ne derse beğenmese ya da beğenmez görünse de, keskin bir muhâlif olma gücünden yoksun, ‘oy zamanı oyumu veririm’cilikten öteye geçmeden, aklını, ruhunu, bedenini ve ömrünü en fazla cılız ve korkak bir tonda sağda-solda mırın-kırın etmeye mârûz bırakmayı yeğliyor, kan revan yolun kanına kör, çığlığına sağır kalarak, ‘yoldayım ya!’yı oynuyor şimdilerde, heyhat!
yoksulluk kadar olmasa da, yoksunluk da az ‘acı yük’ değil. içinde bulunduğumuz yüz yılın ilk dilimi -iri kesimi kesin, bütünselliği su götürse de- handiyse bir ‘çürük çağ.’ bilhassa etik ve estetik değerlerin törpülendiği, yalanın, kötülüğün ve sömürünün perçinlendiği, çatışma ve savaşların kapitalist ve dahi emperyalist güçlerce idâme edildiği; direncin nufus ve nüfuz yitirdiği, ‘birey’ olmanın, ‘azınlık’ta çırpınmanın, âdilâne, hukukî birlikte buluşmanın, toplumsal mücâdelenin cılızlaştığı, dahası hafife alındığı, alaysandığı; ‘sanat’, ‘edebiyat’ ve ‘felsefe’nin azın yerinde saydığı, çoğun gerilediği; ‘aydın’ın dilsizleşti(rildi)ği; emeğin hiçlenip ‘makineleşme’nin, ‘tekno-hayat’ın öne çıkarıldığı; ‘zenginlerin dünyası’ olgusunun kanıksatıldığı(!) bir çağda, yoksullukla doğru oranda, aynı çizgide artan yoksunluğun acısı azımsanamayacak düzeyde.
‘yazgıcı öğretiler’in, dinsel söylemlerin, kadere boyun eğen yaşam biçimlerinin ve ırkçı tutumların gün gün çoğaldığı bu çürük çağda (varsa) ‘işinden olmamak’, ‘acından ölmemek’, ‘kör kurşuna yenik düşmemek’, ‘günü kurtarmak’ neredeyse ‘mârifet’ olmuşken, erdem, onur, vicdan, iyi, doğru, dürüst benzeri ahlâki değerleri akılda ve gönülde taşımak bir üstün başarıya dönüşmüş olup, bunu taşıyanlara bir kıymet-i harbiye yüklenmemesi bir yana, enâyi gözüyle bakılmakta; hele hele sanat, “felsefe, sanat ve edebiyat ile hayatı savunanlar”a doğrudan ‘zavallı, âciz ve ahmak muâmelesi’ yapılmaktadır, eğer bir başka somut ‘cezâ’ya çarptırılmadılarsa erk ve onun (bile isteye ya da zorâkî) kurbanı dalkavuklarınca!
hatâ ve ötesinde (düşün, ürün, eylem-öte),‘suç’ hemen herkesin. kimse mâsûm değil, bebekler, çocuklar hâriç. nasıl ki her çağın acısını en çok çeken ve bedelini ağır ödeyen çoğun yoksullarsa, bu acı bedeli yaratıp çektiren de sırf -siyasî, dinî, ekonomi içerikli- ideolojileri vücut bulduran, hayata geçiren siyasanın yöneticileri, halka hükmedenleri, kısaca ‘erk’ değil, buna neden teorisyenlerin yanı sıra, çağın dilsiz tanıkları, eylemsiz ‘aydın’ları ve düşün, sanat, edebiyat sacayağında içeriksiz, derinliksiz, niteliksiz; bireysel, toplumsal ve evrensel sorumluk ve vicdan-öte ‘sözde ürün’ sunanlarıdır bir de elbette. yalnızca bu sözü edilen sacayağı tarihi değil, ‘insanlık tarihi’ karşısında da, ‘erk’ kadar olmasa da, utulmayacak, dün nasıl hüküm giydilerse, yarın da giyecektir hepsi, ne ki azımsanacak kadar değil. eşdeyişle ‘anlak’, bir kelime, bir kavram, bir olgudan öte, en keskin biçimiyle –irili-ufaklı demeden– bir ‘yapıt’ta karşılığı olan bir ‘eylem’dir de insanlığı derinden etkileyen bu ‘anlama yetisi.’ aslında bu sacayağı (edebiyat, sanat, felsefe), anlak sâhibi olmayı gerektirirken, (ister belki isterse kesin densin) yetenek, bilgi ve çalışma özelliklerinden önceliklidir, başattır, dahası ‘olmazsa olmaz’ yâni şarttır. ‘yapıt/eser vermek için verme’nin gelgeçliğinin farkında, bilincinde olup ‘sığ ego’sundan sıyrılmanın yanında, başkaca ‘insânî ve evrensel değerleri’ taşıyıp ‘ürün’e dönüştürmek sûretiyle hayata geçirenlerin vargısı olabilir ancak ‘aydın olmak’ ki, çağının yüzeysel tanıklığıyla yetinmeyip, onun bedensel ve eleştirel-sorgusal -en azından- ‘düşün eylemci’ğini de erdemini üstlensin. ve sanılmaya ki bu konum ve ‘sorumluluk’ salt sacayağında ürün sunanların ve dahi aydının ‘iş ve görev’idir: her nefes alan anlak sahibinin ‘insanlık ödevi’dir kendince/hâlince eyleyeceği. bu bağlamda tehlikeli olan şu: ‘üstten bakışçılık.’
köleliğin tarihi hortlatıldı ve bir avuç arsız hâriç, insanlık yokluğa sürülmekte hayatları ‘cehennem’ kılınarak, üstelik de ‘cennet müjde’si verilerek insandan insana, siyasal, dinsel erkten kula, aymazca. düşün ve sanat insanlarını yıldıran ‘tek erk yönetim’li ülkelerin ekmeğine bal süren sözde aydınların muhtelif ‘çıkar’ı ama zorâki ama gönüllü tercîh etmeleri, dillerini yutmaları, fil dişi kulelerinden yazar, seslenir gibi yapmaları ne denli bu çağın çürümesinde birer sorumsuzluksa, tek tek her kişinin düzen dışı muhâlefet etmekten imtinâ etmesi de o denli taşın altına elini koymamaktır ki, onca yüzeysel yakınmaya, cılız bağrışa, ona-buna söylenir gibi yapmaya rağmen. erk, önce anlağı alır. anlama yetisini, düşünme gücünü, sorgulama-eleştirme tavrını; işitme-görme-dilleme çabasını, farkındalığı ve dolayısıyla direnci, değiştirme-dönüştürme uğraşını; bilgili ve ilkeli tutumu, ahlâki eylemi, irâdeyi zayıflatıp, insânî kavramların silikleşip, zamanla kişiliğin törpülenmesiyle ‘birey’ -zamanla aydın azınlık, topluluk, toplum olma- özelliğini sıfırlamayı, köle ve kul olma şartını -‘hayat’ı ekmek kırıntısına, su damlasına muhtaç etme kertesine dayatmayı dahi hedefleyip- önce örtük sonra alenî biçimde getirip, mutlak ve sürekli erk olma amacını muhtelif araçları kullanarak yaşamsal kılar ki, bu tekçi ve hastalıklı ruh ve düşüncenin vargısı olarak öldürmek ve kendini tanrıca ölümsüz kılmak olarak dikilir karşımıza. o yüzden anlak tehlikelidir ve bunun için sanat, edebiyat ve felsefe… erk, baş düşman sayar -nitelikli, ufuk açıcı, bilinçlendirici- ‘kitaplar’ı ve uzantısı olarak her tür sanat ve düşün yapıtını. ‘özgürlük’ varsa, o yoktur. mutlak dayatmacı yönetimi için aydın ve aydınlanmacı zihniyet, tavır, eylem var olmadan, eğer olduysa bir punduna getirip, diyelim ki ateş almışsa önce hemen közlenmeli, bir başkasına sıçramaması için küllenmeli, üzerine su, mümkünse -palazlanırsa alenî, yoksa sinsi oyunlarla- kan dökülmeli ki itââtkârları, bîatkârları, dalkavukları, yandaşları, tetikçileri vesâire eliyle baş olmaktan çıkması, alaşağı edilmesi, zulmünün sonlanması aslâ ve kat’a gerçekleşmesin. onun içindir hukûkî, adlî, insânî kişi, zümre, grup, azınlık; kurum, kuruluş, dernek, örgüt benzeri birlikteliklerin tırpanlanması ve dibine kibrit suyu dökülüp yakılması, yok edilmesi tez vakitte. eğer bu güce bir başına ulaşamıyor, monark ığa irâdesi yetmiyorsa, kendi gibi erk olan başka ülkelerin liderleriyle -pek istemese de- işbirliğine girmesinde bir beis görmez, dahası irili-ufaklı ödünler sunmaktan çekinmez, son kertede ‘büyük erk’in küçük erki olmayı kâbûl bile eder, yeter ki o da –ama öyle ama böyle ama dâimâ- bir erk olarak kalsın.
bunları bilmeyen mi var? sorun, bilip de boyun eğmede, köle-kul olmakta, direnç göstermeyip, anlağa ipotek koydurup hayatı kendi elleriyle erke teslîm edip ölgün yaşamaktadır, yaşam denirse elbet ona!
dünya denen teknede forsa değil de özgür irâdeli bireyler olarak istediğimiz yere, yöne kürek çekerek yol almak, yaşamak istiyorsak, şimdi ne demeli, allâh’tan sonra ahlâk da belâ vermiyorsa, “anlak iy’liğinizi versin!” demekten başka?

karar ve…
“yüce sonuçlar, yüce kararların meyvesidir.” / victor marie hugo
“unutma, ne zaman elinde iki seçenek olsa yenisini seçmelisin;
daha zor olanı, daha fazla farkındalık isteyeni.” / chandra mohan jain osho
“güzelliği anlamak için bir kere bakmak yeter ama
bir karara varmak için çok düşünmek gerekir.” / émile françois zola
“aklın öğütlediği her şeyi, ihtirâsa kapılmaksızın yerine getirmek için
sağlam ve sâbit bir karar sahibi olmak gerekir.” / rené descartes
“seçmiş olduğunuz ve karar verdiğiniz şeylerin bedelini siz ödersiniz;
size akıl verenler değil.” / thomas stearns eliot
“kararlılık ve devam, bence insanın en saygıdeğer yanıdır.” / johann wolfgang von goethe
öncelikle erk, dolayısıyla siya(h)set defolup gitmeden hayatımızdan, değil bir iş bulup karnını doyurması, bu gidişle nefes alması dahi dert olacak ki insanın, bu yazıyı okumayan, bu tabloyu görmeyen, dahası, olası ağıtı şimdiden yakmayan, handiyse yasını tutmayan mı var?
âlim gibi görünen özde kötü, çıkarcı ve câhil (bilinç, özgür istenç, farkındalık, iyi niyet vb. yoksunu) yönetenler ve yönetilenlerin yönetim biçimidir demokrasi ki -zulmün dünü çok daha eskiye dayansa da- antik yunan’dan beri bu sınıfsal sömürü düzeni hâlâ aynı heyhat! kadının yoksandığı, köleliğin var kılındığı, bekçilerin/askerlerin kullanıldığı, sözde yönetici sınıfın, üstelik piramidin tepesine filozof kralın oturtulmasının tasarlandığı şehir/polis devletinde halkerkinden dem vurmak hem fikrî ve lafzî hem de teorik ve pratik olarak olası değilken, öyleymiş gibi gösterilip, halkın siyasal ve yaşamsal sömürülmesinin tarihi pek eskidir. seçimden seçime salt bir oy/maddî şey olarak görülen her kişi, aslında yok hükmündedir ki, dünden güne değişmeyen bu uygulamanın çıkış noktasından varılan çizgiye dek temel yapı hep aynı: kullan at!
iyi niyetli olanları da dâhil, tüm devrimlerin sonucu bile kötü olup, yalnız ve yalnızca zenginlerin refâhı oluşturmuşken, emekçi halka aslâ ve kat’a bir yarar, dahası insanca bir yaşam sağlamamıştır ki, bunun en doğru/sâhi tanığı tarihtir ve kötüdür. köleliğin ve sömürünün geçmişinin kökeninde hep erk olup, bunu sürdürmenin kökenindeyse çıkarcı siya(h)setle insanlığı parmağında oynatma isteği yatıp, insan (hayvan, doğa vb.) adına değil, sırf kendi varlık hükmü için yönetimde kalma arzûsu, kötücül (hatta kanlı!) idâre anlayışı söz konusu olmuştur her tür acılı dayatma, zulüm yükü baskı, çekilmez zorlu hayatla açlık, savaş ve ölüme dek en nihâyetinde.
izm üstüne izm bir fayda sağlamadığı gibi insana, zarar ve acı sundu hep bugüne dek. hiçbir yönetim şekli -erk ve zenginler hâriç- hiç kimseyi mutlu etmedi yüz yıllar boyu. monaklar, aristokratlar ya da burjuvalar dert edinmedi aslâ insanı-insanlığı. (politik ve psikolojik olgular dâhil) etik (ahlâkî) ve estetik (güzelduyusal) diye bir kaygısı olmayanların yoksunlukları, evrensel düşüne erişemedikleri bir yana, kötü rûhlu, gaddar yapılı ve mutlak bireysel/grupsal çıkarları için yaşam sürmelerinden kaynaklanmakta olup, açıkça söylenmeli ki bin bir hileli, alçak, aşağılık, kirli siya(h)setle hep erk olmak ve o konumu kaybetmemek üzerine tasarlandığı için, insan-insanlık değil, hastalıklı ego/ben dertleri (!) olmuş ve olmakta hâlâ, “amaç için her araç geçerlidir” makyavelist kara-ilkeye/fikre yaslanıp.
şunu anlamalıyız ki, erk, bir hiçtir ve değer verilecek olan, meslekten sayılmayan, uyduruk, çıkarsal, kişisel ya da grupsal bir oyun olan siya(h)set ve siya(h)setçiler değil, halktır, halklardır. devlet denilen soyut kavram/yapay kurum erk ve siya(h)setin emrinde bir yoz yapılanmaya dönüşeli çok zaman önceye dek uzandığından, insânî yaşamı kolaylaştırmak için varlık nedenini yitirmiş olup, (en küçük emeğin ve dahi emekçinin eline geçmeden kesintiye uğrayan maaşının/yevmiyesinin vergisiyle ayakta kaldığına göre) doğrudan bir yarar merkezi olarak işlevini çoktan yitirmiştir.
özce, ne bir erke ne bir siya(h)setçiye ve de siya(h)set yapılanmasına ne de devlete artık ve kesinkes gerek yoktur. bir verir gibi yapıp bin alan kişi ve kurumlar birer sömürü merkezi olup insanın terini/emeğini, her tür (kişisel, toplumsal, politik, ekonomik ve eğitim, kültür, sanat, dâhil) hakkını-hukukunu ve dahi özgürlüğünü (tepki koyuşları/hak arayışlarını cezâlandırmakta pek cömert ve hünerli olup!) çaldıklarından hırsızlaşmıştır günümüzde daha da (ki monaklığın ya da grupsal yönetim biçimlerinin dokunulmaz zirvesinde olduklarından, her tür kurum avuçlarında bulunduğundan, her karar ağızlarının içinde, dilinin ucunda durduğundan, her tür yaptırımı rahatça uyguladıklarından, aslâ bir cezâ verilmesi, yargılanması söz konusu olamamakta hiçbiri için!) ve halkın açlığının, yoksulluğunun, hastalığının, zulüm çekmesinin, dahası savaşlarda yer almasının, ölmesinin emir merkezi saydığından kendini bu kişi ve kurumların (çoğun yanlı, yoksul ve de câhil halkın oyunu çalan/aklını-rûhunu uyutan, sandık başındaki oyunu kapmak için bin takla, atan) paralı sözcülüğüne soyunan hükümet denen âtıl, işe yaramaz, -yine halkın vergileriyle- maaşlı siya(h)setçilerden oluşmuş demokrasinin, düşüncede dahi sahte bir iyiliği içeren, dahası uygulamada kötü olan sözde halkın yönetim biçimiyle artık daha da bir anlamı kalmadığı hiçbir kuşkuya yol açmadan, gün gibi ortadadır.
açık-seçik yapılması gereken, her iletişim aygıtının kullanılmasıyla, her kişinin/bireyin özgür irâdesiyle oluşan bir düşün platformunda/zemininde birleşip, yazısız bir eylem manifestosuyla dünya’da yer alan her tür erki, siya(h)seti, siya(h)setçiyi, hükümeti, devleti ve tüm kurumlarını lav etmek, (teknik yönlerde bilgi sâhibi olanların kendini kendiliğinden yetkin kılarak) mal varlığını halklara dağıtmak, öte yandan zenginlerin zenginliklerini bölüşmek, âdil bir paylaşım ortamında eşit insanların yer aldığı ortak ve evrensel birliktelikle yaşam sürmektir çok ivedi.
“erksiz-devletsiz hayat birliği”, “evrensel ortak yaşam”, “dünya halkları sürdürümü”, “global organizasyon işletimi” benzeri bir ad altında -ya da adsız- bir iletişim başlatılıp, oluşturulan ağın, çağın teknolojik konumunun hızıyla yaygınlaşmasıyla bireysel yönlenmeler birlikte yol almaya dönüşebilir, kimse kimseye emir vermeden, üstten bakışçı bir tavır sergilemeden, eşgüdümlü bir davranışla bir doğal “evrensen halk hareketi”ne dönüşen girişimin zamanla yerini bulup, erk, iktidar, hükümet ve de hükümran, bezirgân gibi her tür sömürgen ve baskıcı kişi ve kurum-kuruluştan kurtulup insanca yaşaması mümkün olabilir.
mûcize, mesih, yalvaç bekleme; yazgıya boyun eğme, cennet vaatleriyle bu dünya’dan vazgeçme, inanç ve rûh sömürüsüne kanıp bir başka dünya’da (kötülerin de orada cezâlandırılacağı mitine, söylemine ve fikrine kanıp/inanıp) huzur bulup rahat edebileceği düşüne/duâsına dalma ya da her şeyi tanrı’ya havâle etme gibi bir yanılgıya, bir yenilgiye, insanca yaşamdan caymaya, cana kıymaya, ölümü kurtuluş bilmeye neden gerek duyulsun ki, çözüm, çıkış/kurtuluş yolları varken kötü kişi ve izm ve siya(h)setten sıyrılıp.
bu bir düş, düşülkü/ütopya, düşüngü/ideoloji değil, düşünden/felsefeden eyleme, yâni bireyden bireye, ordan halklara uzanan insancıl bir yazıdan yola çıkış, umudu içinde barındıran ve hayata geçeceğine inanılan bir nefes, bir ekmek-su, bir ev, bir büyük evren anlayışı ki, olası.
angola’dan mbundu, norveç’ten lyngheid, hindistan’dan bishakha, paraguay’dan enrique, kamboçya’dan kunthea… dünya bir ve tez vakitte ve dahi zamanla milyarlar ortak paydada/payda ve insanca hayatta: hepsi bu ve bu kadar basit. abartılı sistemler, kaotik düzenler, erk merkezli izmler de neydi yüz yıllar boyu azâp çektirmekten başka insanlığa?!
insan, insanın dosttur: işte doğru/iyi/güzel biricik şiâr, ilke, yol-yöntem, söz-eylem.. ve doğanın ve dünya’nın ve hayatın dostu: ne açlık ne yoksulluk ne yoksunluk ne silah ne savaş ne ölüm: daha n’olsun? sınıfsız, hiyerarşisiz, erksiz, başsız, yersiz akıl oyunlarından, devlet düzenlerinden den uzak, âdil, hukûkî, ekonomik, eşit bölüşümcü/paylaşımcı yalın yaşam, salt ortak çıkarın önde tutulduğu, bolluğun gözetildiği, huzurun amaç, mutluluğun erek kılındığı sevgi insanlığı hiç de zor değil ki, bu ne bir sâfiyânelik ne hayâl ne ütopya, yeter ki istenilsin. insanı ve dünya’yı kirden ve kötülükten arındırmak, ekmeğiyle-suyuyla paylaşır kılmak güzel rûh ve aklın vargısı olabilir. bir karara bakar her şeyi değiştirip dönüştürmek yarın için, gün için, şu an için, suya yazılmış olmasın meğer ki bunca söz.
**
rağ men ve…
“sadece söylediklerinizden değil, söylemediklerinizden de sorumlusunuz.” / martin luther
“güçlü nedenler güçlü eylemler doğurur.” / william shakespeare
“kendini zorlamayan kişiye şans yardım edemez.” / leonardo da vinci
kir ve…
dert küpü bu çağ!
21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna dayansa da zaman, “acıyı bal eyledik” demek zorunda kala kala bitmiyor zulüm heyhat! (ey hasan hüseyin!)
bir de kötü rûhu, sığ aklıyla nutuklar çekip, emirler yağdırıp azla yetinmeyi, şükretmeyi, içe çekilmeyi, boyun büküp yazgısal yaşamayı, tanrı’ya sığınmayı dayatmıyor mu ‘erk’, insanın çileden çıkması an meselesi handiyse!
“yoksula sürekli yetinmeyi öğretmeyin, yoksul zâten yetinmeyi biliyor.. varsıla öğretin ki az zıkkımlanıp paylaşmayı bilsin” sözünü topyekûn dillemeli şu ârsız, hadsiz, insâfsız kirli siyasalara (ey che!)
dünya değil, ‘insan’ çıldırmış, ‘çıldıranlar-çıldırtanlar savaşı’nda, ki bunda hemen her şey mubâh. ‘amaç’ varsıllığına varsıllık katan ‘varsıllar kulübü’nü dur-duraksız, herhep daha da varsıl kılmak, ‘araç’sa mâlûm: ‘’yoksul-yoksun insan(lık)!’ (ey machiavelli!)
çıldırtana kadar kişilerle ve halklarla uğraşıyor şu her şeyden faydalanan ârsızlar. kargaşa, çatışma ve irili-ufaklı savaş çıkarmada ehlî olanlar, sıkça zevkten çıldıranlar oldukları gibi çoğu zaman insanları, toplulukları, toplumları, halkları ve dahi topyekûn ülkeleri çıldırtanlar olmakta sözde seçkinlerden teşekkül bu sermâye azgını, ahlâk yoksunu, keyif tutkunu “kendini bil”mez ve ‘sâhi câhil’ bir grup kirli ‘şey!’ siya(h)set-sermâye (silah, petrol, para, uyuşturucu, teknoloji vb.) bağıyla yürüyen, yayılan, küreselleşen bu grup, “gün gelecek kendi pislikleriniz içinde boğulacaksınız” kızılderili atasözüne kulak asmadan sırıtan, gününü gün eden, lüks hayatlarını sürdürmek, kaybetmemek, aslâ ve kat’a konumlarından ödün vermemek için her tür çıkar girişiminde birleşmeyi ihmâl etmemeyi şiâr edinmiş olup, ne insanı ne doğayı ne dünya’yı umursamakta, kirliliklerine rağmen pislikleri içinde boğulamayıp, düne olduğu denli bugüne ve yarına ipotek koyup, saltanatlarını sürdürmenin “var olmanın dayanılmaz hafifliği”nde her olgu üstünde hüküm sürmektedirler ötekileştirdikleri insanlık üstünde (ey sokrates, ey kundera!)
erk ve…
erk, bir hiçtir ve hiç kimse kölesi değildir siya(h)setin. kaderci zihniyetlerin, dinci yönetimlerin, çıkarcı düzenlerin kurduğu puslu pusuya artık düşmemeli bu çağın insanları ve insanlık. çocuktan kadına, hayvandan doğaya ‘şiddet’ görüp katledilen bir dünya’nın seyircisi kalmak, susmak ve bilir-bilmez bu ‘oyun’a dâhil olup, “kendi tepkisizliğinin içine gömülmüş” hâlde olmak kâbûl görmemeli artık yoksa “hakim gerçekliğin ifadelerine daha çok itaat ettikçe, zihinsel gerçekliğin içinden konuşan özne olarak daha çok emir verirsiniz, sonuç olarak yalnızca kendinize itaat edersiniz.. yeni bir kölelik biçimi icat edildi, kendi kendisinin kölesi olmak” durumunda kalınır. yalnızlaştırılan, öteki kılınan, dışlanan hatta yok sayılan insan ve halk(lar) ya şimdi bu sömürü düzenine hayır diyecek ya da ayaklar altında kan-revân ezilip yokluğa sürüklenecek (ey baudrillard, ey deleuze!)
siya(h)set ve…
‘siya(h)setten sıtkım sıyrıldı!’
sırf midesi bulanmıyor, safra kusmuyor içi dışına çıkmış sorun yüklü insanın, acılı bedenini müteâkip rûhu da kan kusuyor! ‘akıl çağı’ biteli çok oldu mu, ne? (ey sartre!)
‘antik yunan’a dönüp, o sâf düşünü ‘doğa ve insan felsefeleri’ bağlamında kucaklamak ve yaşama geçirmek özlense de, artık çok güç mü güç.. öyle değil mi? (ey herakleitos, ey diogenes, ey zenon, ey epiktetos, ey epiküros ey!)
“kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser”se, hâl belli.. zorâki yoksulluk başka, felsefik sâflık başka. artık zor (ne ki imkânsız değil) ‘özgür istenç/irâde’yle seçim yapıp yaşamaktan ‘haz’ duymak! azla yetinmek, arı yaşamı tercîh etmekle bir değil karın tokluğuna, handiyse aç-susuz hayatta kalmak ve onca siya(h)sete, kapitalist düzene, ‘varsıllar kulübü’ne rağmen bu kadar çoğunluk, bunca halk, milyonlarca, milyarlarca insan savaş bezirgânlarının ağında çırpınırken bu çağda ölmemek için son kertede, ‘kötülerin dünyası’nda hâlâ emeğiyle iyiler sınıfında yer almak azımsanacak bir erdem olmasa gerek (ey marx!)
tarih ve…
salt “dünyanın tüm işçileri” değil, birey, toplum, azınlık, halk ve dahi genç-yaşlı, çalışan-emekli demeden evrensel değerleri hâlâ savunabilenlerin birleşmeleri şart ki, gün için, gelecek ve “güzel günler”in görülebilme umudunun taşınabilmesi adına olmazsa olmaz (ey marx, ey nâzım!)
‘siya(h)setten sıtkım sıyrıldı!’ diyenlerin dünyası küçük ve yapabilirliği azımsanacak, hafife alınacak, yoksanacak düzeyde değil.
“baskıya izin veren suçu paylaşır”sa, ya dert, hüzün, acı, yokluk ve ölüm ya da her şeye, tüm güçlüğe, dayatmaya rağmen direnme, ahlâki, edebî, insâni değerler doğrultusunda, ‘romantik realizm’ gibi bir düşün olarak görünse de bu. “tarih kötüdür” maalesef. bu kötülüğün elebaşıysa yine ‘kötü insan’ olup, onun/onların “dünyayı ve ona ait olan her şeyi elde etme isteğinde ya da etrafındaki diğer bütün canlılara hükmetme çabasında olan insan, ancak felsefî olarak evrenin kötü olduğu hakîkatini kavramasıyla hem kendi yaşamında hem diğer canlıların yaşamında yol açtığı acıya neden olan tavırlarından ve amaçlarından vazgeçebilir” denilmiş olmasına karşın, somut ve soyut acı vermekten vazgeçmiyorsa, tarih önünde sorgulansa ve de yargılansa hatta suçlu bulunsa da, yaptıkları yanına kârsa yaşarken, sonrasında ya da öldükten sonra neye yarar sözde cezâlandırılması? (ey pirhasan, ey erasmus!)
yâni yaşarken çözümlemek varken günün ve çağın hayâti sorunlarını bir büyük/derin sorunsal bilip yarınlara ertelemek demek, ‘tarihten ders çıkarma’ söylemlerine bel bağlama yersizliğinin olumsuz sonuçlarıyla yüz yıllar sonra da karşılaşıldığı üzre, yarınları da yoksamak anlamsızlığına gelir ki, bu da, bu durumun faturasını hem bugünün hem de gelecek günlerin çocuklarına, yarının kuşaklarına ödetmek adına, en kötü mirâsın ta kendisidir! (ey schopenhauer!)
çağ ve…
“savaş söz konusu olduğunda hiçbir masraftan ve zahmetten kaçınmazlar, hiçbir şey önemli değildir onlar için, ister hukuk, ister din, isterse barış çiğnensin, hatta insanlık batsın, umurlarında olmaz” sözü genelde bu çağı, özelde çağın erklerini, bezirgânlarını da kapsamıyor mu? (ey erasmus!)
bu durumu anlayıp, algılayıp, dahası belleyip, kötü, yoz, yobaz, kirli geçmişe değil, bugüne ve yarına hizmet sunmak için değişim, dönüşüm ve yenilikçi, aydınlanmacı insanlık içre bir tarih anlayışını benimseme zamanı çoktan geldi de, geçmesin?!
“dil, ekonomi, biyoloji” bağlamda sürekli ilerleme, özne olarak bireyden ve halk olarak toplumsaldan evrenselle yol almak kaçınılmazken, kul ve köle zihniyetine karşı koymak, duygu-akıl bağlamında her insanî süreci işlevsel kılmak ‘yazgı ve korku kültürü’nü hiçlemek, orta çağ ve dahi yakın geçmiş çağ kirini, kanını ve karanlığını unutmadan, ne ki onaylamadan ve fakat yadsımadan, çağımızın aydınlığı, “yeniden doğuş”u için mutlak şart. (ey nietzsche, ey foucault!)
istenç ve…
“insan, doğası gereği politik bir varlıktır” (zoon politikon) demek, (“düşünüyorum, öyleyse varım” ile birlikte) düşünsel, tinsel, bedensel olarak bireyliğini toplumsallığıyla harmanlayıp, doğa ve doğallığı iç içe geçirip, insâni haklar bağlamında evrensel yasalara bağlı kalarak yaşaması anlamına gelir ki, bu da insanın, “tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için tanrı’yı kullanırlar” sözünü anarak, teoloji, teleoloji ve metafizik düşün öte bir nesnellik-gerçeklik bağı ile ve de kuram ve eylem bağlamında fikrî, ahlâki, insâni “özgür istenç” olgusunu dillemesi gereğini yinelemek anlamını içerir (ey descartes, ey spinoza, ey bruno!)
her tür baskıdan uzak, bağımsız, özgür algılama, düşünme ve eyleme olmazsa olmazı değil de neyidir insanın, onu ‘insan’ kılan? “eleştirilmemiş, sorgulanmamış bir yaşam, yaşanmaya değmez”se, aklın ve rûhun kul, bedenin köle olduğu çağları anlamadır ‘istenç’, bu çağı doğru ve gerçekçi bir sorgusallık/eleştirellikle değerlendirebilmek için bir de (ey sokrates!)
söz ve…
üsten bakışçı zihniyeti içselleştiren ve bu düzlemde “dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” düşününden çok ama çok uzak, nalıncı keseri bir bencil öz ile boş söz üretip yoksul kişi ve halkları bin bir yol ve yöntemle etkileyen siya(h)setçileri beyinlerden, bedenlerden, rûhlardan çıkarmak, silmek hatta kazımak için birliktelik kaçınılmaz ki, bunun ana öğesidir ‘bilinçlenmek.’
bu farkındalığın yaratılmasında asıl söz ustalarına, kalem emekçilerine, düşün-duyu-duygu insanlarına, eşdeyişle yazarlara, şâirlere, sanatçılara ve felsefecilere düşen ‘iş’, sorumluluk-özgürlük ilintisince azımsanamayacak denli çok.
yepyeni bir ‘aydınlanma’, ‘ayırdında olma’ çağını halkların çabalarıyla oluşturmak için ‘söz’ü olan herkesin bu düşünü eyleme geçirmesi, biraradalık kültürünü gerçekleyip, bunu yaygınlaştırması; uçlar, köşeler, kutuplar yerine ortak insanlık paydasında birleşmenin emeğini vermesi çağın en önemli “iyi niyet”i bağlamınca yaşamsal kılan “ödev ahlâkı” değil de, ne? (ey wittgenstein, ey kant!)
eylem ve…
hakkını/alacaklarını alma sâfiyâneliğiyle sezar’ı erk kılanlar kellelerinden olmuş ya, hâl bu hâl değil: özgür, bağımsız, âdil bir düşünü savunan ve bunun yaşama geçmesi için çaba sunan kişi ya da kişilerin hiç bir erke gereksinmesi, dahası boyun eğmesi; popülist bir üslûp, dil, söylem ve eylemle onunla en ufak bir çıkar ilişkisine girmesi; oyunu, rûhunu, aklını, bedenini, ömrünü ona hibe etmesi ve sâfiyâne bir umutla ondan hak dilenmesi söz konusu olamaz.
olması gerekendir birliktelik düşünüyle harekete geçmek. bu da hemen her zaman salt bireysel ya da ekin, sanat, bilim insanlarının çabasıyla gerçekleşmemekte ki bunu da bize o kötü tarih öğretti!
kadın, çevre, hayvan, doğa, hukuk, yaşam hakları için ödev denli görev üstlenmek de kaçınılmaz görünüyor ki, bunun için çabalar söz konusu kimi dernek, kuruluş, sivil toplum örgütleri ve azınlık girişimlerince. “bilgi erdemdir”, “bilgi güçtür” ve fakat erdemli bilgiyi hayata geçirmekse bu çağın olmazsa olmazı, kaçınılmaz sorumluluğudur her birimiz için her yerde, koşulda, zaman diliminde hâlimizce (ey aristotales, ey yûsuf hâs hâcib, ey bacon!)
bireyden topluma, halka, dünya’ya evrensel eylem düşünü ereğiyle amaç amaç yol almak, günden yarına uzanan en değerli yolculanış olsa gerek, kirli siya(h)setlere, “insan insanın kurdudur” sözü bağlamınca “yegâne kapitalist, banker, tefeci, örgütçü, tüm ulusal emeğin yöneticisi ve onun ürünlerinin dağıtıcısı” olduğu kapitalist ekonomik sürece, küreselleşme oyun ve yalanlarına rağmen. yoksa toprak, silah, açlık, savaş benzeri pis bezirgânlıkların açları, yoksulları, yoksunları, tutsakları, ölgünleri, sonrasında ölüleri olmak söz konusu (ey hobbes, ey bakunin!)
eşitlik ve…
varsıllar eşitlenme çabasında dahi değilken varsıllıkta, hukukî, insanî ve ekonomi alanda, özce ‘hayat hakkı’nda eşitlenme fikrinin söyleme, dahası eyleme dönüşmesinin savunucuları sâyesinde gerçekleşebilir ancak kötü tarih, kötü siyasa, “kötü dünya”dan kurtulup iyi, güzel ve yaşanası insan, hayvan, doğa sacayağına ulaşmak.
ayrımcılık, bölücülük, dışlayıcılıktan öte asıl zenginlik, farklı kişilik ve yeteneklerle bezenmiş, farklı yaratımlarla donanmış, farklı düşünce ve duyuşlardan mürekkep olan her bireyin dünya vatandaşı, evren insanı olarak bir arada yaşama ve paylaşma kültürüyle vücut bulabilir ‘eşit(lenmiş) insan(lık.)’
sırf ölümde değil insan olarak, doğum öncesi süreçten ve dahi doğumdan sonra başlayarak iyi, güzel, rahat bir hayatta da eşitlenmek şart. ötesi-berisi bilinemezken, bilinen şu ki, elde var hayat ve eşitlikçi yaşam ilkesini sözden, söylemden, kuramdan, eylemden el alarak, bu olgular adına bir ‘başarı’ elde etmek isteniyorsa, “hiç kimse başarı merdivenlerini elleri ceplerinde tırmanmamıştır” dendikte, el ele kurmak ve birilerinin değil, “herkesin zengin olduğu bir dünya”da eşit ve birlikte yaşamak gerek, ‘erk, bir hiçtir’ diyerek, tüm insanlığın mutluluğunu erek bilmek sûretiyle her kötü, kirli, pis ‘şey’e rağmen ve sözde bir umutla değil, birleşe birleşe, çoğala çoğala, yayıla yayıla dünya’nın en ücrâ köşesine dek (ey konfüçyüs!)

belki ve…
neye yarar edebiyat, sanat, felsefe bir akla, bir duyguya, kısaca ‘en az bir ve bir ve bir’ diye diye bir insana dokunmadıktan, onun tarafından görünüp okunmadıktan, yaşamında bir ses, bir nefes bir iz bırakmadıktan, onda bir fikir ve eylem oluşturmadıktan sonra demek kolay gibi görünse de, zor değil mi? bir düşünü, bir sözü, bir yazıyı paylaşmaktaki amaç, nihâi hedefe, “güzel insanlık” idealinin hayata geçmesine vesîle değil de ne? yoksa söz de uçar yazı da, boşluğa atılan bir kum zerresi olup boşu boşuna! iyi niyet, iyi fikir, iyi eylemdir ki bizi bu dert küpü çağın erklerinden, siyasalarından, bezirgânlarından kurtarıp, bireysellikten birlikteliğe yol aldırıp, eşitlikçi ve hakça bir hayat sürüp, dünün yozluğundan sıyrılıp günü yaşayabilme isteğini yarın umuduyla harmanlayabilsin. silik, çorak, ölgün kalmamak ve hemen her tür açlık, yoksunluk ve yoksulluktan uzak yaşamak için birey, grup, azınlık, topluluk, halk diye diye her dayatmaya, baskıya, kötülüğe rağmen dirençle, bilinçle, sevgi ve umutla birleşmek için ‘en az bir ve bir ve bir’ insana, belki on, belki yüz, belki bin belki de milyonlarca cana dokunmaktan yüksünmemek, hiçbir şeyden utanç duymayan, hiçbir kötülükten korkmayan, hiçbir vakit rezîl-rüsvâ olmayan şiddet, zulüm, savaş ve ölüm bezirganlarının yanında belki az emek, az çaba, az direnç olmasa gerek bir saliselik gecikmeye bile tahâmmülü olamayanların dert, acı, zulüm görülen bir çağda en anlamlı, en değerli olguyu ‘zaman’ bilip “her şey akar”ken (ey herakleitos!)
akıl denli bir de gönül istiyor ki, herkes ucundan tutmasın, avuçlamasın, sarıp-sarmalasın bu çağı, bu “varlık ve zaman”ı, bu dünya”yı ve bugünü, bu ânı gücünce, hâlince, kendince her şeye, her şeye, her şeye rağmen (ey heidegger!)
ve “gerçek gecikmeyi sevmez”ken, varlığımızı değerli kılma yolunun zamanı önemsemeden geçtiğini, çağı dert küpünden çıkarıp hem güne hem de yarına gecikmeden bilinçli birliktelik içinde davranmayı sağladığımız oranda daha haklı, daha özgür, daha insanca bir dünya’da yaşayacağımızı anlayıp, o vakit ‘açlığa, yokluğa ve yoksunluğa, sömürüye, savaşa, ölüme hayır!’ demenin bir karşılığı olduğunu duyup görecek, kendimizi yiyip bitirmek yerine, “varoluş”an hayatlarda buluşmanın erdemini, sevincini, sevgisini çocuk, kadın, insan, hayvan, doğa el ele refah ve huzur içinde yaşayabileceğiz. yoksa “saatler boyu başka saatleri bekleriz” ki, bu da insanî yozlaşmanın, hayatî çürümenin, dünyevî yok oluşun beşiğini sallayan kötücül siyasî, askerî, dinî ve ekonomik erk ve dahi bezirgânların kirli gözyaşlarıyla bezeli kahkahalarından öteye geçmez, haktan, hukuktan, adâletten, ‘insanca yaşamak’tan payına düşeni alamayan yoksullar ve yoksunlar zılgıt atıp, yas tutup, ölülerini gömerken! (ey seneca, ey sartre, ey cioran!)
“ışık gibi sevgi de en çok en karanlık yerde parlar” sözü dert, acı, açlık içinde kahrolan gerici, karanlık çağları aşabilmenin umudu değil de ne, kendileri dışında hemen her şeye karşı sevgisiz, saygısız, aymaz ve gaddar olanların dünyasından öte, emeğin eyleme dönüşmesiyle.
kötülere ve kötülüğe köle değilken ‘insanlık’, “aydınlanma, kişinin kendi usunu kullanmaya cüret etmesidir” düşününün bireysellikten evrenselliğe evrilip yeryuvarı sarmalamasıyla karanlık “şey”lerden kurtulabilir, “insan, yalnızlık içinde yaşadığı durumun acılarını duyar” hüzün yüklü rûh yapısını aşarak, birleşmenin gücüyle acıdan sevince, tokluğa, bolluğa paylaşa paylaşa gerçeğin dilini, söylemini, eylemini kura kura, yapa yapa geçebiliriz, çağın korku kültürünü yoksayarak ‘belki’den öte, şâirler, yazarlar, düşünürler, bilim insanları, sanatçılar; işçiler, emekçiler, emekliler, çocuklar, gençler, yaş almışlar ve azınlıklar, halklar, özce ‘insan’la insanca el ele sırf umuda yaslanmadan ‘her şeye rağmen’ ve o vakit “güzel günler” görebilir ancak “tüm dünya’nın güzel insanları” dert küpü olmaktan çıkıp, yaşama sevinciyle. (ey da vinci, ey kant, ey diderot ey!..)

***

tan doğan
İstanbul doğumlu tan doğan, İstanbul Üniversitesi’nde felsefe, Beykent Üniversitesi’nde eğitim yönetimi öğrenimi aldı-verdi. Şiir, öykü dallarında ödülleri olup, edebiyat, sanat, felsefe, psikoloji üzerine çabalarını, 1984 yılından bugüne dek çeşitli yayın organlarında paylaştı, paylaşmakta…