BİR DÜŞÜNÜR BİR PORTRE
Nilgün Karataş

Ulus Baker ile ilgili bu yazının ‘tuhaf’ bir düşünürün portresi olarak okunmasını isterim. Tuhaf benim romanımın adında da kulllanfığım ‘büyülü’ bir kelime. “Benzersiz, değişik, farklı, sıradışı” gibi anlamlar taşıyor tuhaf benim için, hatta biraz daha fazlası. Ulus Baker, neden tuhaf? Öyleydi çünkü…
Tanışma, dinleme ve sohbet etme fırsatı bulduğum Ulus Baker’i anarken sadece sosyolog ve akademisyen diye söz etmenin ne kadar yetersiz kalacağının bilincindeyim. Aynı zamanda bir filozof, bir modern zaman dervişiydi çünkü Ulus Baker. Böyle anılmaktan hoşlanmayacağına da eminim. Yine de söylemeliyim ki Ulus Baker, sadece sosyoloji ve felsefe konusunda değil sinema, tarih, müzik, matematik gibi pek çok alanda da müthiş bir bilgi birikimine sahipti.
Ulus Sedat Baker, 14 Temmuz 1960 tarihinde Leningrad’da Kıbrıslı Türk ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Sedat Baker psikiyatr, annesi Pembe Marmara ise bir şairdi. Annesini 14 yaşındayken kaybetti, babası öldürüldüğünde kaç yaşındaydı bilmiyorum. Yıllarca aynı kazağı giymesi, tek camlı gözlüğüyle hayata bakması, saçı başı dağınık dolaşması muhtemelen bir meydan okumaydı diye düşünüyorum. Kime mi? Bu sorunun yanıtı için en az bir Ulus Baker kitabı okumanız ve bir videosunu dinlemeniz (özellikle izlemeniz demiyorum) gerekecek. Bu yazı da işinizi kolaylaştırmayı amaçlıyor.
12 Temmuz 2007’de Ulus Baker aramızdan ayrıldığında, onu tanıyanlar bir dostu, bir hocayı, bir düşünce ortağını kaybettiklerini söylediler. Onu hiç tanımamış olanlar içinse eksik kalmış bir sohbetin, geç fark edilen bir değerin burukluğu hâlâ sürüyor. Ekşi Sözlük’te Ulus Baker için yapılan paylaşımlara bakarsanız hiç abartmadığımı göreceksiniz.
Ulus Baker’in sırrı sanırım edindiği bilgiyi cömertçe paylaşmasındaydı. Her ne kadar Spinoza’nın aksine üniversite kürsülerinde ders vermiş olsa da, asıl etkisini dersin dışında, “düşünmenin başka yolları” üzerine kurulu yaşamıyla bırakmış olmalı.
Ders değil düşünce paylaşımı
Onu dinleyenler, çoğu zaman not tutmaktan vazgeçerdi. Çünkü Baker’in konuşmaları planlı bir müfredatın değil, zihin akışının içinden çıkardı. “Öğretmek” yerine “düşünmeyi birlikte denemek” onun tercihiydi. Bu yüzden de pek çok öğrencisi ya da dinleyicisi onunla karşılaşmayı bir dönüm noktası olarak tarif eder.
Ulus Baker, yalnızca akademik bilgiyi aktaran biri değildi. Bilginin oluşum sürecini, kaynakları ve çelişkileriyle birlikte düşünmeye çağırırdı. Bir yandan, sinema kuramı üzerine yaptığı çözümlemelerle, bir yandan Spinoza’nın etik anlayışını Türkiye’ye taşımasıyla hatırlanıyor. Ve giderek daha çok ondan söz ediliyor.
Baker, felsefeyi bir kariyer ya da akademik sıçrama tahtası olarak değil, yaşamı anlamaya yönelik bir eylem olarak görüyordu. Deleuze’ün izinden giderek düşünmenin coğrafyasını genişletmeye çalıştı. Spinoza’nın conatus kavramıyla bireyin varoluş çabasını tercüme etti, yorumladı, anlattı.
Onun için felsefe, “zihinsel bir dayanışma biçimi”ydi. Bu yüzden sınıfsal meselelerden sinemadaki imgelerin ahlaki sorunlarına kadar birçok alanda düşünmeye devam etti. Onun gidişi, sadece bir düşünürün ölümü değil; aynı zamanda eleştirel düşüncenin bir temsilcisinin eksilmesi…
Bugün sosyal medya üzerinden parça parça alıntılanan, görsel olarak paylaşılmaya başlanan Baker sözlerini bir yandan keyifle okuyor, giderek daha çok anlaşıldığı için mutlu oluyorum. Ancak diğer yandan tüm bunların onu nostaljik bir figüre, kült bir karaktere dönüştürme riski taşıdığını da düşünüyorum. Çünkü bence Ulus Baker’in en önemli çağrısı, “düşünmenin kendisi”ni romantikleştirmeden ama ciddiyetle sürdürebilmekti.
Baker’in yakın arkadaşı Tanıl Bora’nın onu anarken, şöyle anlatıyor:
“Onun düşüncelerini yazılarını takip edenler bilirler. Dostluğu, hakikaten bir politik ve etik bir dava haline getirmiş birisiydi. Dostluk etmeyi, dost sohbeti içinde olmayı, dost sohbeti nazarıyla her şeye bakmayı ilke edinmiş birisiydi. Sohbet ehliydi Ulus. Onun açısından sohbet formu karşılıklılık içeren ve zihni açan bir iletişim biçiminin, konuşma biçiminin formuydu. Onun için ‘sohbet’ kavramını çok fazla kullanırdı. Düşünsel açıdan özellikle Spinoza ve Deleuze, Türkiye’de o kadar çok bilinmez ve izlenmezken, bilinmesine, ciddiye alınmasına çok katkısı oldu Ulus’’un. Değdiği çok düşünür var, ama bu ikisini öne çıkarmak gerekir.”
Belki de bugün en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, onun yaptığı gibi bir araya gelmek, birlikte düşünmek ve farklı disiplinleri, farklı dilleri bir masada buluşturmaktır.
Öyle ya bazı insanlar, sadece bir fikirle anlaşılmaz. Onların yürüdüğü yollardan yürümek de gerekir…
Ulus Baker’den alıntıları Suare Dergi’nin bu sayfasından okuyabilirsiniz, ben bu yazıyı onun şu sözüyle bitirmek istiyorum:
“Hüzün geriye kalandır, biraz Blues dinleyin benim için…”
Kanaatlerden İmajlara / Ulus Baker

H. Nilgün Karataş
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden “gazetecilik yapmayacağım” diyerek mezun oldum ve yıllarca Milliyet, Dünya, Günaydın, Akşam, BusinessWeek Dergisi, Para Dergisi ve Hürriyet Gazetesi’nde “çok severek” çalıştım. Uzmanlık alanım ekonomi gazeteciliği olmasına karşın kitaplar ve filmler beni her zaman büyüledi, hayatı onlar üzerinden çözümlemeyi sevdim. Hep yazdım, çok yazdım; ilk yayımlanan romanım Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar oldu, Halen Suare Dergi, Bianet, Distopya ve Yeni Sinema Dergisi için yazarken öykü, roman ve senaryo çalışmalarımı da sürdürüyorum. Bu arada ikinci üniversite olarak İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe Bölümü öğrencisiyim.