MEHMET MOLLAOSMANOĞLU

Hani olumsuz bir durumla karşılaşınca ‘Burası Patagonya mı?” itirazı gelir ya, Patagonya’yı hayali, masalsı bir ülke sananlar epey çoktur ama öyle değildir, Macellan Boğazı’nın üstündeki Şili ve Arjantin topraklarının adıdır, boğazın altı ise Ateş Toprakları olarak adlandırılır. Daha ötesi artık Antarktika oluyor, belirtmekte fayda var.
‘Burası Patagonya mı,’ 80’li yıllarda dilimize yerleşti. Siyasal ve sosyal dengesizliğin ortaya çıktığı durumlarda her ne kadar şimdilerde ‘muz cumhuriyeti’ yakıştırması tercih ediliyorsa da bu kinayenin atası, ‘Burası Patagonya mı sözüdür. Belki de geçtiğimiz yıllarda Patagonya’nın komşusu sayılabilecek Brezilya’daki halk gösterileri sırasında ülkenin dışişleri bakanının, ‘Burası Türkiye mi?’ sözüyle intikamlarını almışlardır, kim bilir!
Patagonya pek çok yazar için de ilham kaynağı olmuştur. Bu yazıda konusu o coğrafyada geçen üç eserden bahsedeceğim. Ama önce hikâye tadında kendi anımdan bahsedeyim, sonra kitaplar.
2017’de Şili Patagonya’sına gitmek için başkent Santiago’dan Punta Arenas’a uçmuştum, bu kent Macellan Boğazı’nın Patagonya tarafında yüz küsur bin nüfuslu bir yerleşim alanı. Macellan Boğazı’nın rüzgârı meşhur, Şubat ayıydı ve G. Amerika yazı olmasına rağmen çok soğuk ve nemliydi. Birkaç günü P. Arenas’da geçirdikten sonra 250 km. daha kuzeyde, fiyortların arasındaki yirmi bin nüfuslu Puerto Natales adlı kasabaya otobüsle gittim. Burası buzulların ve karlı zirvelerin arasında olmasına rağmen güneyde kalan P. Arenas’dan daha sıcak. Koskoca Şili Patagonyası’nda başka yerleşim yeri yok zaten, keza bölgenin çoğunluğunu ‘buz tarlaları’ adı verilen And Dağlarının güneyi kaplıyor.
Puerto Natales’de ikinci günüm, küçük hoş bir kasaba, denizin ötesindeki karlı dağ çıkıntıları etkileyici. O sabah otelin açık büfe kahvaltısını pek mükemmel bulmasam da umursamadım, kasabayı gezecek, sahile inecek, öğlen saat birde de balina ve buzul turuna katılacağım, onun heyecanı var. Tura katılmadan önce öğlen yemeği için balık lokantası planladım. Resepsiyondaki kızın tarifiyle bir yer buldum. Epey büyük hangar gibi bir deryaydı, içeride turist grupları vardı. Masanın birine oturdum fakat kırk elli kişiye sadece bir garsonun hizmet ediyor olması biraz garipti. 5-10-20 dakika geçti, masama uğrayan yok, garsona işaret ettim durum değişmedi. Bir 20 dakika daha ve ben oturduğum yerde bir bibloya dönüşmeden balıktan vazgeçme hesapları yapar oldum, tur kaçacak yoksa. Son bir umutla garsona seslendim, o da uzaktan öylesine bir boş bakış attı, bu lakayt tarzıyla iyice zıvanadan çıktım ve diğer turistlere aldırmadan yapılanın saygısızlık ve ayıp olduğunu, bir saate yakındır sandalyede kazık gibi oturduğumu bağıra çağıra dile getirdim, ardından hışımla çıkıp gittim. Bunu yapmasam kendimi zavallı ve ezik hissedecektim çünkü.
O sırada bir an önce sahile inip tur teknemi bulmaktan başka aklımda bir şey yoktu. Saate baktım, yarım saatten fazla vakit var. İşte o anda omuz çantamın olmadığını fark ettim. Banka kartlarım, bir miktar param ve en önemlisi pasaportum çantanın içinde. Öfkeyle çıktığım balık lokantasında unutmuş olmalıyım, evet! Koşarak geri döndüm, garson az önceki sergilediğim üslubun karekökünü filan alıp fazlasıyla iade eden bir tavır içinde ve dövse daha iyiydi dedirten suratıyla, çanta-manta görmediğini söyledi. Diklendim ben de, eminim çünkü; odamdan çıkarken çanta yanımdaydı, resepsiyonist kıza tur için para ödemiştim. Çanta kesinlikle burada ve garson bana öfkesinden sakladı, eminim. Yükselen seslere lokanta sahibi de devreye girdi, bir kovmadığı kaldı. Buzdolapları, turiste zerre saygıları yok, bir ilgisizlik, bir bıkkınlık, canım sıkkın.
Koşarak otele gidip resepsiyondaki kıza olayı anlattım, lokantayı aradı, İspanyolca bir şeyler konuştular, bir sonuca varmadı ki, bana polise git demek zorunda kaldı.
Kasaba merkezinde dolaşırken görmüştüm karakolu, enteresan gösterişli bir yapıydı. Resepsiyondakinin yol tarifine bile gerek kalmadan karakola koştum. Ara ara aklımın kuytularında balina turunun kaçmakta olduğu fikri uyanıyor olsa da umurumda değil; varım yoğum, bütün dünyam bir tek pasaporttan ibaret o anda. Şimdi bu pasaport kaybolunca ne olur? Hiç başıma gelmedi ki. En yakın Türkiye büyükelçiliği 2 bin kilometre uzaktaki başkent Santiago’da.
İki polis memuru eşliğinde lokantaya girdiğimizde garson ve lokanta sahibi polisleri bilgisayarın başına oturttu, benim geliş saatimi bularak kamera görüntülerini izlemeye koyuldular: Ve şok; lokantaya gelirken ne elimde, ne omuzumda çanta yok. Utanma duygusu doludizgin ama bir başka duygu, çantanın kuş olup uçtuğu ve artık onu asla bulamayacağım endişesi jet hızında üzerime çörekleniverdi. Hayır, başıma gelecekler bitmeyecek, katmerlenecek ve Patagonya cehennemim haline gelecek, niye, çünkü lokanta sahibi bu defa işyerlerine iftira atmaktan hakkımda şikâyetçi oluyor.
“Santiago’daki Türkiye Büyükelçiliği’ne haber vereceğiz, savcılık işlemlerini bir veya iki güne tamamlamaya çalışacağız, mahkemeye çıkarsın, muhtemelen sınır dışı edilme cezası gelir,” diyerek avuttu memurlar beni. “Fakat mahkemeye kadar karakolda kalacaksın!” diyerek yeni bir şok dalgası daha yollamayı ihmal etmediler.
Karakola geri döndüğümüzde beni ikinci katta içinde iki koltuk bir masa olan bir odaya aldılar. Az önceki memurlar kapıyı kilitlemeden önce, “Merak etmeyin, siz otelden çıktıktan sonraki güzergâhınız üzerindeki bulunan bütün sokak kameralarını inceleyip çantanıza ulaşmaya çalışacağız,” morali vermeyi ihmal etmediler. ‘Varsın sınır dışı edileyim, hiç olmazsa çantama kavuşayım’ modundayım artık.
Kaçan balinalar, buzlar diyarında donup kalan bir seyahat, kanat takıp giden paralar, rezil rüsva ettiğim Türklüğüm; sırayla resmigeçit halindeler beynimde. Bir an önce ne olacaksa olsun da kurtulayım şu cehennemden, ülkeme sağ salim varayım… Kafam bunlarla meşgul, ne kadar vakit geçti bilmiyorum, bataryası bitmesin diye kapattığım telimi açtım, ekrandaki zaman 18.00. Türkiye’yi arasam oradaki zamanın gece yarısını geçip sabaha dönmeye başladığı vakitler, kimseyi huzursuz etmeye hakkım yok ama Türkiye’de sabah olsun hele, ortalığı velveleye vereceğim. Tanıdığım bütün siyasetçileri, bürokratları, gazetecileri filan, kafamda sıraya dizdim, arayacağım tek tek.
Ekrandaki saate bakar halde düşünürken kapının kilidi döndü ve içeriye daha önce görmediğim başka bir memur girdi. Tavırları biraz daha üst mevkiden olabileceği yönünde. Gelip karşımdaki koltuğa oturdu ve İngilizce sorular sordu bana, hani ne iş yaparsın, Şili’ye neden geldin türünden… O anda aklıma bir fikir geldi ve adama dedim ki, “Bütün soruların yanıtı ‘Google’ da, ‘Mehmet Mollaosmanoğlu’ yaz görürsün.”
Memur yüz ifadesinden ne düşündüğünü belli etmedi ama söylediğimi de yapmaya koyuldu. Merakla onun ifadelerini takip etmek düştü bana da… Epey sonra başını kaldırıp, “Türk seyahat bloğu ve roman yazarı ha?” diyerek ikna olmaya –anlamaya-çalıştı. Benim için bir umut mu bu bilmiyorum ama tebessüm ederek başımı salladım. Memur hiçbir şey demeden aniden ayaklanıp odadan çıkıp gitti. Sadece on dakika sonra geri döndüğünde yanında resmi üniformalı yaşlıca bir adam var, karakol amiri filan olmalı. Selamlaşıp tokalaştık, hatırımı sordu, başıma gelenlerden üzüntü duyduğunu söyledi, gayet dostça. “Siz bir yazarsınız, iki ülke arasında diplomatik krize yol açacak böyle bir olayla gündeme gelmek istemiyoruz, lokantaya iki adam gönderdim, şikâyeti geri çektirmeyi deneyeceğiz,” anlamı çıkacak yarım yamalak cümleler kurdu az İngilizcesiyle. Üzerimde yeni umut filizleri açtı, kendimi gayet önemli bir adam gibi hissetmem de olayın bonusu… Google’u çok seviyorum.
Bu esnada amire telefon geldi ve uzun uzun konuştu, içimde bir his lokanta sahibiyle konuştuğu yönünde veya belki de daha büyük bir mülki amirle, çünkü arada ‘Turqia’ kelimesi ve adım geçiyor. On dakikayı bulan konuşmaların ardından bana dönüp, “Bir kahvemizi için sonra otelinize gidebilirsiniz!” dedi. Ben ağlamakla, zıplamak arasında bir ruh hali tutturmuşum kahveyle filan ne işim olur. Teşekkür ediyorum, karakoldan dışarıya adım attığım andan itibaren çektiğim havanın özgürlük nefesi olduğunun bilincindeyim. Kitaplarımın birinden bir söz takılıyor aklıma, “En zor alınan nefes esaretin başladığı andaki nefestir.”
Saat tam 19:00, Patagonya’da akşam geç olduğundan güneş hâlâ ısıtıyor. Ve otel… Güler yüzlü resepsiyonist kız yine yerinde. Beni görünce merak ettiğini söylüyor, olanları anlatıp işi uzatmak niyetinde değilim, sadece çantayı bulamadığımdan bahsediyorum. Yarın sabah tekrar karakola gideceğimi, onların sokak kameralarını inceleyeceğini filan ekliyorum…
Fakat o ne? Resepsiyon bankosunun yan tarafındaki garip valizlik gibi bir çıkıntının dibinde, klasör ve kâğıtların altında sütlü-kahve renkte bir kuşak… Çantamın kuşağı! Aristo sanırım benim kadar iştiyakla ‘buldum, buldum’ diye bağırmamıştır. Öğleden beri helak olduğum çanta, resepsiyon bankosunun kenarında duruyor. Sitemle bakıyorum karşımdakine, “e be kızım, saatlerdir buradasın, ortada kayıp bir çanta var, bütün Puerto Natales ayağa kalktı, yarın Şili ve Türkiye ayağa kalkacaktı ama sen lay lay lom… Biri kucağına bomba koysa ruhun duymayacak!”
İçimden diyorum tabii. Hem kız da pek sevinmiş görünüyor, bozmadım artık.
Anlamadıysanız tekrar edeyim; çantayı resepsiyonda unutmuşum, evet! Ve kız gözünün önündeki ‘günün konusu’ nesneden bihaber. Havalar gibi algılar da donuk.
Koşa koşa karakola gittim, dosdoğru amirin odasına, çantayı bulduğumu müjdeleyip kamera-mamera kendilerini yormamalarını söyledim, kahve teklifini yeniden reddederek otele döndüm çünkü çok yorgunum çok, zihinsel…
Şimdi Patagonya temalı üç kitapta sıra.
1-Patagonya Ekspresi
Luis Sepulveda, Everest Yayıncılık

Şilili yazar Luis Sepulveda 70’li yıllarda Şili’deki dikta rejiminde diğer bütün aydınlar gibi yargılanıp hapse atılmasıyla yaşadığı kötü günlerin peşinden çıktığı uzun bir yolculuğu kaleme almış, böylece seyahat romanı türünde bütün beklentileri karşılayan bir eser ortaya çıkmış: Patagonya Ekspresi.
Arjantin, Ekvador, Kolombiya derken Patogonya eserin büyük bölümünü kapsıyor. Bu arada Ekvador anılarını çok ilginç buldum, hem dehşete düşüren hem de komik bölümler var. Okurken dünyanın farklı yerlerinde akla hayale gelmeyen yaşam biçimleri varmış diyorsunuz. Yazar Patagonyalılar’dan, “Söylediklerinin dörtte birine dahi güvenilmez, dünyanın en yalancı insanlarıdır,” şeklinde bahsediyor. Patagonya ile ilgili bir not daha düşmüş, diyor ki, “Gelmiş geçmiş en iyi gezi kitaplarından biri Bruce Chatwin’in Patagonya’da adlı eseridir.” Ben okumadım, iki binli yılların başında Türkçe olarak yayımlanmış ama yeni baskısı yapılmadığı için varsa sahaflardadır.
2-Lapa Lapa Kelebek Yağıyordu
Charles Darwin/Can Yayınları

Darwin’i biliyorsunuz, 1800’lü yıllarda yaşamış ünlü doğa bilimci. O zamana göre ulaşılması çok zor coğrafyalara seyahat ederek mesleğiyle ilgili araştırmalar yapmış. Uzun yolculuğu Macellan Boğazı’ndan da geçmiş haliyle. Hem boğazın güneyindeki Ateş Toprakları (Tierra el Fuego) hem de kuzeyindeki Patagonya’da yerli yaşamını, hayvanları, bitkileri ve doğayı gözlemlemiş, notlar almış. Lapa Lapa Kelebek Yağıyordu kitabı da işte o notlarından bir bölüm. Açıkçası, edebiyatı bilim adamlığı kadar cazip değil fakat 1800’lü yılların ortasında Darwin’in gözünden Güney Amerika’nın en uç coğrafyasını okumak için iyi bir edebiyat eseri olup olmadığına bakmanın da gereği yok zaten. Arşivlik kısacık bir eser.
3-Ateş Toprakları
Francisco Coloane, Africano Kitap

Ateş Toprakları, Şilili yazar Coloane’nin konusu 1950’lerin Patagonya’sında geçen dokuz öyküden oluşan kitabı. Hikâyeler rahatsız edici, şiddetli ve vahşi yerli halktan bahsederken onların genel tarzlarının acımasız bir dürüstlük içerdiğini, alışılmadık ahlaki değerleri olduğunu anlatıyor. Bu yüzden karakterler pek sevimli değil ama ilgi çekici olduğu kesin. Bu arada kitap sayesinde Macellan Boğazı’nın güneyine neden Ateş Toprakları dendiğini de öğrenmiş oluyoruz. Merak eden kitabı alır öğrenir.

Mehmet Mollaosmanoğlu
Yazar ve İnşaat Mühendisi. Alanya’da doğdu. İlk ve ortaöğretimini de aynı şehirde tamamladı. İlk eseri olan Ataerkil’i 2007 de yayımladı. Tanınırlığı ikinci romanı Ata Mezarlığı ile arttı. Kaos Kuramı’ndan yola çıkarak, “Çin de kanat çırpan bir kelebek ABD de bir fırtınaya neden olabilir” temalı Kelebek Etkisi modellemesini örnek alan yazar, eserlerinde genellikle yeryüzünün herhangi bir köşesinde herhangi bir zamanda ortaya çıkmış bir olgunun, bir başka yer ve zamandaki muhtemel en kaotik sonucunu kurgulayarak hikâyeleştirme yoluna gider. Eserlerinde gerilim teması kuvvetlidir, sık sık da fantastizm ve siyasal/sosyal kurgu izleri görülür. Yazarın kaleme aldığı 13 kitabı bulunuyor.