Kimse ‘hayat’ı isteyerek seçmedi. Hayatını, anne-babasını, ülkesini, dilini, dinini, tenini, zekâsını, ruhunu seçemedi; bir soran da olmadı. Sorulsaydı, bu da bir başka belirleme olacaktı zaten. Özgür iradesiyle iç-dış yapısını oluşturamadı, kişiliğinin tohumunu atamadı, özünün cevherini şekillendiremedi, “kendi”ni yaratamadı kimse; hiç kimse.
Baştan bir kaybedişti bu. Yenik başlanılan ve yenik bitirilen bir oyun. Satranç gibi: ‘Kale’ dört yöne düz gider, ‘fil’ çapraz… ‘Şah’ mat olmamalı. Ya olsa ne olurdu? Oyunun kuralı belli; oyun içinde binbir oyun: Başı-sonu saptanmış olasılıklar içinde olasılıklar. Değişen ne ki, oyun tahtasını yaratıp karelere bölen, renklendiren, taşların şeklini veren, hamlelerini saptayan, kuralını koyan “oyunu yaratıcısı”nın yanında. At şahlansın istediği kadar, fil hortumunu uzatsın…Şah övünsün, vezir dövünsün: Kim kimden, ne neden üstün ki yenilmeye gebe bir zafersiz savaşta?
Oyunu yaratan, kurallarını koyan, hamleleri de bilir elbet; bilmezden geldiği sanılsa da. Taşların ‘sözde irade’si hepsi; o da taşları yapanın oyun içinde oyunu. ‘Var sen de biraz oyalan.’ söylemi. Biraz şiir, biraz öykü, biraz roman ve savaşın kanlı yüzü. Yitik edebiyat, kanlı son: Ölüme doğmaktır yaşamak.
Taklittir/ öykünmedir bu dünya, sanaldır ve yalandır Platon’a göre. Her şeyin aslı “İdealar Dünyası”ndadır. “Nesneler Dünyası”nda görünenler bir yanılsamadan başka bir şey değildir ve geçicidir. İnsana kalan, önceden beynine kazınmış olan bilgileri hayatı boyunca okumak, yani ‘anımsamak’ gerçeği: Geldiği yeri…
Dinler de böyle demiyor mu zaten. Bu dünya fani, gelip-geçici, boş ve anlamsız; anlam “öteki dünya”da: Tanrısal olanda…
Âdem-Havvâ söylencesi, “yasak elma” anlatısı ve cezalandırılan insanın terk edilişi, fırlatılışı dünyaya.Cennetten kovulmak ve cenneti dilemek yeniden. Suç ve ceza, ödül ya da acı, hayat suyu-cehennem ateşi arasında bağdaş kuran gelgit.
Platon’dan yaklaşık yüz yıl, milattan da beş yüz yılönce, Elealı bir devlet adamı ve kanun koyucu olarak da bilinen Parmenides, bu dünya-öteki dünya (!) görüşünü “Bir” üzerine felsefe yaparak ortaya koymuş çoktan.
Zenon’un hocası, Platon’un hocası Sokrates’in tanışı olan filozof, deneyerek değil, düşünerek yaşamayı öne çıkararak, doğa ve insan üzerine felsefe yapan filozofları bir yana iterek, salt kavramlarla dialektik bir mantık geliştirerek yaşamın sırrını kendince çözmeyi bilmiştir.
Güneş Kızları almış götürmüş onu her şeyi bilen Tanrıçaya; Tanrıça da yaşamın tek doğru yolunu fısıldamış onun kulağına. On iki şeyden oluşan bu bilgelik sırrını öğrenip ölümlülere bildirmekse, boynunun borcu olmuş. “Doğru”ya ve “Sanılar”a giden iki yol arasında gizliymiş bu sır. Kim ki bu dünyanın bilgisinin gerçek olmadığını anlar, o “Bir”in anlamına varabilirmiş. Bu “Bir”, içine kapanık, bölünmez, seyrekleşmez, yoğunlaşmaz, değişmez, doğmamış ve yok olmayacakmış. Olmayan yokmuş zaten ve de düşünülemezmiş. Bunun için bilgelik yolcusu “Bir”i, yani “Var olan”ı düşünebilirmiş ancak; var olmayanı değil… Varolan varmış zaten; meydana gelmemiş. Gelmiş olsaymış, var olmayanın bir şeyden doğması gerektiğinden, var olmayan var olmuş olacakmış. Eğer yok olsaymış, yerine bir var olmayanın geçmesi söz konusu olurmuş. Bunun için varlık, özü gereği öncesiz-sonrasız, değişime karşın değişmez “Bir”in kabuğu içinde gizlenmekteymiş. Tüm bunları ona her şeyi bilen Tanrıça söylemiş; o da bilsin ve herkesin kulağına, ruhuna, aklına fısıldasın diye… Güneş Kızlarını çok sevmiş…
Ya öğrencisi Zenon ne demiş Parmenides’in : “Uçan ok durur.” Neden mi? Ok her anda belirli bir noktada bulunacağından, bu da her bulunduğu noktada durması gerektiği anlamına geleceğinden, her an duran ok, yol boyunca da durmuş olacakmış. İşte bunun için Var olan hareketsiz ve “Bir”miş…
Satranç taşları mı, Güneş Kızları mı? fark eder hepsi “Bir”in oyunuysa? İleri-geri, sağ-sol, yukarı-aşağı, iç-dış: Kuralı koyanındır oyun, taşları yontanın…
Felsefe tarihinin ilk düşünsel kavgasına hazır olun şimdi de: Parmenides-Herakleitos kavgasına…
“Savaş her şeyin babasıdır.” demiş Herakleitos, her şeyin içinde bir savaşımın olduğunu beynimize çivileyerek: İyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin… “Her şey akar”mış; üstelik “bir ırmakta iki kez de yıkanılamazmış.” Bir de, “her şey değişir”miş; “tek değişmeyen şey değişimin kendisi”ymiş…
Ya Güneş Kızları’nın Parmenides’in elinden tutup götürdüğü Tanrıça’nın değişmez “Bir”i?… Savaş içinde bir başka savaş, hayatlardan bir başka hayat…
Babası Pires, M.Ö. 540-539 yıllarında Foçe’ye sığınanlar tarafından Önotri’de kurulmuş bir sömürge olan Elia sitesininaristokrat yurttaşlarındandı. Elea’da doğan bir Parmenides de bir aristokrat ailenin çocuğu olarak yaşama başladı. Düşünsel serüveni çocuk yaşlarda başlamasına rağmen, M.Ö. 504-500 yılları arasında, şair-düşünür olarak LIX. Olimpiyat’ta ilgiyi üzerinde topladı. On sekiz yaşında Sokrates’le felsefe tartışmalarına soyunması, Platon’un dialoglarından birine adının verilmesi, Sofistlerle tartışmalara girişmesi, Atina’da da sözü dinlenir, çağının filozoflarınca saygıyla karşılanır biri kıldı onu. Yine Platon, “büyük saygıdeğer, korkunç, asil ve derin sözlerinde anlaşılmazlık tehlikesi bulunan hatip” diye, her ortamda Parmenides’i övgüyle anardı. Aristotales’se, yere-göğe sığdıramadığı genç diğer Elea filozoflarından üstün gördüğünü, dogmatik düşüncelerini doğru sayanların sağırlanmış kulaklarına ‘açık-seçik’ haykırmaktan hiç çekinmedi.
Yalnızca ‘felsefe yapma’yla yetinmeyip politikaya da karışarak, yurdunun kanunlarını hazırlamak koşuşuyla,yönetimin şekillenmesinde belirleyici aklın ürününü sunarak,bir kanun adamı sıfatıyla da taçlandı. ‘Sofist’ dialoğunda Platon, onun Xenophon’un öğrencisi olduğunu söylese de, alaya aldığı Herakleitos’un ve Melissos’un çağdaşı olduğu,Xenophon’un düşüncelerinden çok, “Mutlak Birlik” kuramıyla matematiğe verdiği değeri göstererek Pisagorcu anlayışa daha yatkın olduğu söylenegeldi hep.
Şâir-filozofluğunu, soyut ve de kapalı bir dille yazdığı, günümüze ancak 155 beyitle uzanan, “Gerçeğin Sözleri” ve “Görüşlerin Sözleri” alt başlıklı iki bölümden oluşan “Doğaya Dair” adlı manzum ve didaktik eseriyle gözler örüne serdi.
Bir kez Güneş Kızları elinden tutmuştu onun ve bindikleri arabanın atları ‘gerçek aydınlık’ yoluna sürülmüştü ‘gece’ ve ‘gündüz’ün yol ayrımında… Bilim adamlarının kılavuzu olan Tanrıça’nın gizli sarayının kapısında bekleyen ‘adalet bekçisi’ni aşmayı başarmış, Tanrıça’ya ulaşmış, fanilerin düşüncelerine ve ‘bilginin sırrı’na varmaya yüz sürmüştü. Yanına yaklaştığı Tanrıça, “halkın bilgilerinde gerçek bir inanç bulunamaz, ama yine de neyi nasıl yargılayacağını bilmen için onların görüşlerini dinle, kalbini de aç” diye kulağına fısıldamıştı. Mantığıyla ‘Gerçek Yolu’, adaletiyle de ‘Görüşler Yolu’nu bulmak kalmıştı ona: Zorlu ve tehlikeli virajlarla, sarp kayalarla, dört mevsimle ve binbir başlı binbir devin tuzağıyla örülü iki yolu harmanlayarak, “Bir” yolunu sürmek için döndü ‘hayat’ın tozunu-toprağını yutmaya bir başına: Üstelik, yoktu artık yanında Güneş Kızları…
‘Mutlak Varlık’ın arayışına düştü ‘Gerçek Yolu’nda. Yoktu var olmayan şey: “Varsa vardır bir şey, değilse yok.” Yok olanı tanıma olanağı da yoktur Parmanides’e göre ve varlığın kendisinin dışında bir şeyle ilişkisi de olamaz, çünkü kendinden başka bir şey yoktur. Bunun için der ki, “Yokluk vardır diyen için hiçbir zafer yoktur.” Bunun için hiçbir bilgi edinilemez ve asla gerçekleşemez var olmamak. Değişim gibi görünen her şey, duyu organlarının yanılgısından başka bir şey değildir. Varlığın “Bir”liği tamdır ve zorunludur; onda ne bir boşluk ne de bir aralık bulunur: Kendinle yoğunlaşır o. “Düşünmekle varlık aynı şeydir.”
‘Deney’ ve ‘Duyu’ yanılmaktadır ‘Görüşler Yolu’ndaki süreçte. Denediği her şey bizi yanıltır duyuların ki, bu bir çelişkidir ve kabullenilemez. Düşünmekle, deney-duyu birlikteliğinin yanılgısını anlayamamak da bir başka çelişkidir ‘Parmenides’in yolculuğu’nda.
Yalnızca ‘düşünmek’ var artık elimizde. Yanıltan göreceli duygular ve bir yere varamayan sözde deneyler boş, anlamsız “Bir”in yanında.
İki atlı arabanın dizginlerini elde tutmak ne zor. Her şeyi yöneten Tanrıçanın oyunudur “zorunluluk’ ya da ‘adalet.’ ‘Âlemin kalbi’dir bağdaş kurduğu yer. Bir Tanrı doğurur: Adı ‘Aşk.’
Bir de ‘Nifak’ adında bir Tanrı… İşte yaman çelişki ve cazibe.
Aşk’ içinde bir başka ‘Aşk.’Göksel yaratı ve yersel yazgı:
‘Aşk’ ve ‘Akıl.’
‘Dialektiğin Babası’ der kimileri ona, kimileri ‘İdealizmin Kurucusu’; bunca çelişkiden yalnızca kuşkucu düşünceyle ve aklı yürütme yetisiyle “Bir”e ulaştığından, ‘Mantığın Yaratıcısı’ da sayanlar olur. Sokratesler, Platonlar, Aristotalesler onun çocuğudur kimilerince. O ise, Tanrıçanın ‘Bir’icik oğlu.

tan doğan
İstanbul doğumlu tan doğan, İstanbul Üniversitesi’nde felsefe, Beykent Üniversitesi’nde eğitim yönetimi öğrenimi aldı-verdi. Şiir, öykü dallarında ödülleri olup, edebiyat, sanat, felsefe, psikoloji üzerine çabalarını, 1984 yılından bugüne dek çeşitli yayın organlarında paylaştı, paylaşmakta…