“Felsefenin dediği doğru.
Yaşam geriye doğru anlaşılır.
Ne var ki burada bu tümceyi unutuyoruz:
İleri doğru yaşanmalı!”
“Doğumunun 212. Yılında Kierkegaard’a”
ve “Düşün İnsanım”a
“Varoluşçuluk” deyince usunuza gelen ilk ad Sartre’sa, yanıldınız demektir. Belki Nietzsche, Husserl, Heidegger ya da Kant da kurcalamış olabilir belleğinizi. Bu yazıyı okumaya başladığınıza göre, “mürekkep yalamışlar” çizelgesine çoktan katıldığımızdan, “yakın geçmiş olmadı; gerilere gitmeli” deyip, “olmak”, “varlık”, “var olmak” benzeri kavramlarla beyin çubuğunuzu kıpırdatıp, yivleri-setleri kurcalayıp, Parmenides’in “Her şey birdir”, Sokrates’in “Kendini bil!”, Platon’un “idealar öğretisi” ya da Descartes’in “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözüne kadar uzanmış da olabilirsiniz. Yanıt, ne yazık ki, “hiçbiri.”
Hazır olun. Asıl bulmaca şimdi başlıyor: Karşınızda Søren Aabye Kierkegaard.
“Onda olan ne varsa öbüründe olmayan, öbüründe olmayan ne yoksa onda olan?” Soldan sağa-yukarıdan aşağıya, ne çok soru sorabiliriz böyle, kim bilir? Bu sorunun yanıtı yok değil: Vagner’le Kierkegaard. Birbirine karşıt iki karakter mi istiyorsunuz; alın size delirme olasılığını taşıyan iki öke; üstelik de aynı yılda doğan: 1813.
Kierkegaard’ı asıl çıldırtan, “kilise bahçıvanı” anlamına gelen aile adlarının taşıyıcısı olan, koyun çobanıyken Tanrı’ya lânet okuyan, sonradan da varlıklı tecimen olmasına karşın iki karısıyla yedi çocuğundan beşinin ölümüne tanık olup, okuduğu kargışın kendini kargışladığına inanan babasıydı. Kierkegaard’ı Kierkegaard yapan, ya babasının aşırı baskısına gösterdiği tepkilerin harmanı olsa gerek…
Size bir başka soru işte: “Hangi mantıksız baba, oğlunun mantık öğrenmesini ister?” Zorlamayın daha fazla kendinizi. Yanıt: Baba Kierkegaard.
Babası elli altı yaşında bir emekliyken ‘yaşama merhaba’ diyen Kierkegaard, her tür mantıksız davranışı gösteren baskıcı babasının zoruyla, daha yedi yaşındayken ‘mantık’ öğrenmeye başlar.
Bir (ve şimdilik son) bulmaca sorusu daha: “Evden çıkmadan, yurt dışı gezileriyle dinlenmenin adı nedir?” Doğru yanıt yoktur mu? Sizin babanız kim?…
Anlıklı çocuğun anlaksal kıyınçları, dönüşte sorgulanma koşuluyla, yine babasının izin verme sınırları içerisinde, baba Kierkegaard’ın çalışma odasında yer alan ‘kitaplar arasındaki yurt dışı gezileri’yle gerçekleşebilirdi ancak.
Belki garip ama, babası eski moda elbiselerle, eski adam tavırlarıyla okula giden “büyümüş de küçülmüş” zeki çocuğun dikkat çekmemesi için babası kendisini uyarmış, sınıfın birincisi değil de, ‘üçüncüsü’ olmasını tembih etmişti… (Haydi söyleyin şimdi: Bundan kaç bulmaca sorusu çıkar?..)
Şaşılası görüntüsü hafif kamburluğuyla ve yana yatan bir çöp adam karikatürü benzeri büyüdükçe artan genç Kierkegaard, Tanrıbilim öğrenimi için Kopenhag Üniversitesine yazılır; keskin anlağıyla kısa zamanda ünlenir ve Hegel felsefesinden/düşününden etkilenir: “Sav-Karşısav-Bileşim.” “Varlık” olgusuyla sarmaş-dolaş olmaya başlamıştır çoktan. Sav “Varlık” (ya da varoluş), karşısav “Hiçlik” (ya da varolmayış), bileşimi de “Olmak”tı Hegel’in “Eytişim/Diyalektik” anlayışınca. Önce çekici gelen bu felsefe, özünde “Ülküsel/İdealist”, eşdeyişle Tanrısal, dinsel ve “Arı Tin”e dayalı bir söylemi taşıdığından, “Özne”nin “Arı Tin”den önemli olduğunu savunan Kierkegaard için, çekiciliğini yitirdi.
Tanrı-Tanrısızlık arasında gelgitleri olan ve Tanrıbilimsel öğrenimi sonucunda papaz olmasını istediği, canına kıyma düşüncesini duyumsayan oğluna, kargışlanmasını ve bir genel evden frengi kapmışlığını dışa vurur, yaşama ve Tanrı’ya bağlanmasını anlatmasından sonra, acı giz açımlarını Kierkegaard’ın beynine, bedenine ve tinine çivileyen babası ölür. 1834’te annesinin ölümünden dört yıl sonra ölen babasının bu üç kalıtın dışında, ölçümüne göre, kendisine on beş-yirmi yıl yetecek kalıt kalmıştı.
Babasının baskısından kurtulmuş olmasına karşın, anlağının keskinliğiyle tininin acısı arasında sıkışan öke genç, bir başka acılı yolculuğa adım atar: “Aşk.”
Genç bir kız olan Regine Olsen’le tanışır, ona derinden bağlanır; anlakça kurlar, armağan ettiği betikler, karasevdasal ve düşünsel tavırlarla suçsuz kızın da kendisine bağlanmasını sağlar. Bu gönül bağı, salt tinsel aşk yolculuğu, Kierkegaard’ın üniversite sınavlarını vermesinden sonra nişanlanmalarına dönüşür. Olağan bir yaşam adına papaz olmak için eğitime başlasa da, tüm özellikleri olağan bir yaşama kendini bırakacak gibi görünmemektedir ona. Anlar: “Yazmak”, “Felsefe” ve “Tanrı” olmazsa olmazıdır onun; Regine değil.
Tinsel durumunu anlatmaya çalışır, olmaz. İncelikli bir biçimde ayrılmak ister, olmaz. Yüzüğünü geri gönderir, olmaz. Yaşamsal iki soru sorar kendine: “Ne yapmalıyım?” ve “Nasıl Yaşamalıyım?” Derken, bozulur nişanları ve soluğu Berlin’e kaçmakta bulur.
Coşumcu-ülküsel düşünür Schelling’in konuşmalarını dinler, kendi gibi toy üç ökeyle: Bakunin, Burckhardt ve Engels. Bu konferanslarda da aradığını bulamaz ve “Ya / Ya da: Hayatın Bir Parçası” adlı çalışmasını koltuk altına sıkıştırarak, 1842’de Kopenhag’a döner.
Takma adlarla (yaşamı boyunca kaç takma adla betik/kitap yayınladığını kendisi de bilemeden), önce “Ya / Ya da”yı, ardından da “Baştan Çıkarıcının Günlüğü”nü yayınlatır. İlkinde yaşamımızı yaşayabileceğimiz “Varoluşçuluk”un tohumunu gizleyen iki yol olan“törebilimsel/etik” ve “güzelduyusal/estetik”, ikincisindeyse adını gizlediği Regine vardır.
Güzelduyusal bir yaşam doğrultusunda anlık yaşamalar ve hazlarla varoluşunu dizginleyemez, anlayamaz; dışsal olaylar, olgular, rastlantılar bunda belirleyicidir ki, onda umutsuzluğa dönüşür. Bunu kanıksamak, “baştan çıkarıcı yazgıcılık”a tutsaklanmaktır. Oysa varoluşunun sorumluluğunu bilinçli bir seçimle kendini yaratmaya dönüştüren birey, “derinden ve içten dilemek”le “kendini seçme”yi gerçekleştirebilir. Törebilimsel bir yaşam , “yaşamındaki evrensel”i ortaya çıkartır ki, birey, “ülküsel kendilik” olarak içsellik ya da inan sürecine yolculanır. Güzelduyusal olanla törebilimsel olanın eytişimsel bileşimi olarak da dinsel olan çıkar karşısına. Yüce amaçsa ‘inan’dır Kierkegaard’a göre.
“Baba Kierkegaard olgusu”, “Regine aşkı” (ve de “İbrahim-İshak söylencesi”), Kierkegaard’ı dinî bir yaşamı evetlemeye vardırır. Otuzuna geldiğinde tek isteği, tutkulu bir iç adanış içerdiğinden varoluşumuzun özüne bağlı olduğunu, nesnel gerçeklerin töresel gerçeklerde belirleyici olamayacağını, bunun çekinceli, acı ve yiğitlik gerektirdiğini, dağa tırmanmakla dağdan düşmek arasında duyulan korku kadar bir derinliği içerdiğini, olağanlığın altındaki bu çılgın özgürlüğün ürkünçlüğünü 1844’te irdelediği “Ürkünçlük Kavramı” adlı betiğinde yüreklere çiviler. ‘ne’ ile ‘nasıl’ sorusu arasında dolaşırken…
“Felsefi Parçalara Tamamlayıcı Bilimsel Olmayan Art-Metin: Bir Mimik, Dokunaklı/Patetik, Eytişimsel Bütünsellik/Kompozisyon, Varoluşçu Bir Katkı” uzun başlığı altında topladığı, başlığı kadar uzun olan altı yüz sayfalık betiğinden sonra, Kierkegaard’ca, “söyleyecek bir şey bulamadım.”der.
Bulup da kendi elleriyle yitirdiği Regine evlenir. Bunu öğrenmesi acısına acı, yalnızlığına yalnızlık, tutuculuğuna tutuculuk katan Kierkegaard, otuz üç yaşında, daha da “Genç-Yaşlı Bir Adam”dır. “Tinin Yaşamını Yaşama”ya, Tanrı sevgisi ile kişisellikten tamamen sıyrılmaya karar verdiğinde, takvim Nisan 1848’i gösterirken, günlüğü de “Bütün doğam değişti” sözlerine tanıklık etmektedir.
Varoluşu düşünsel olarak anlamak olanaksızdır artık. Umutsuzluğu “kişinin gerçekte olduğu kişi olma isteği”ndeki başarısızlığa bağlar. “Hayır” der “kişinin gerçek kendisini ‘bulmasından’ söz açmak olası mıdır?” sorusuna yanıt olarak. ‘Kendini yaratma’ gerçek özgürlüktür; umutsuzdur bu ve ölme isteğiyle bir iç boşluktur sonrası: Bilinçli umutsuzluk… Ve daha sonrası: “İnan…”
Kırklı yaşlar… Parasızlık… Rahip olma isteği ve bunu dinden para kazanmanın kötü törelliğiyle yok sayma… Kötü ün ve tiksinti… Ve…
Ve bir gün, on dört yıl önce attığı nişan yüzüğünden sonra, vali olan kocasını görmeye Batı Hint Adaları’na gitmek için yola çıkan Regine’le bir sokakta karşılaşma… Göz göze gelen iki eski (belki de eskimeyen) aşığın bir sürelik suskun duruşu… Regine’in ılık bahar havasına eşlik eden soluğundan çıkan iki fısıltılı sözün, son yolculuğu öncesinde son kez acıtması Kierkegaard’ı: “Tanrı seni korusun. Her şey senin için iyi gitsin.”
Hayatı karmaşık sorular ve yanıtlarla örtülü bir bulmaca olan hafif kambur, yana yatan, çelimsiz ‘çöp adam’dan suskun ama çok şey söyleyen şapkasıyla bir buruk esenleme/selam… Ve aynı yıl: Bir sokakta (belki de ‘o’ sokakta) baygınlık, sayrıevine kaldırılma ve Elveda Dünya…
Kırk iki yaşında öldüğünde, kalıtı açıklanır: Yalnızca Regine’e bıraktığı ortaya çıkar, kendinden kalan ne varsa her şeyi…

tan doğan
İstanbul doğumlu tan doğan, İstanbul Üniversitesi’nde felsefe, Beykent Üniversitesi’nde eğitim yönetimi öğrenimi aldı-verdi. Şiir, öykü dallarında ödülleri olup, edebiyat, sanat, felsefe, psikoloji üzerine çabalarını, 1984 yılından bugüne dek çeşitli yayın organlarında paylaştı, paylaşmakta…