zırnık
boşuna üflüyor zaman külümüze
sonra dedim çivi paslandı
yüzümüze gülen şeytan çok
altı üstü çizili hayâl zül
hayvan kadar hayrân olmalı güne
düne hakîkat dense küser yarın
cilvesi pek hoştur yokluğun
kelebeğin kanadında kanar tebessüm
her örümceğin tanrı ile bağı ipince
ve nöbetçi bulut benim her ân dağılmaya gebe
âh sen gözyaşı san e mi göğün kanlı hâlini
eski yolun yeni yönü mü olur
kadîm terin teni de yanık
derdini avutan gönül ömür yok
çiçeğin çilesi tohumdan beter
hiçbir yere sığamaz umut
sonra dedim sevi uslandı
ne güzel esrik vakitler vardı var mıydı
yapraklara saymaktan sarılamadık
âh sen göktaşı san e mi göğün yaslı hâlini
köstebeğin yatağında susar tebessüm
temeli çürükmüş toprağın
ve nöbetçi sükût sensin her ân dellenmeye gebe
mor diye sevmeli kızılı
ne ehemmiyeti var kâinatın
kara kader icâdıdır yoksunun
yoksul olmayan melek mi var
eksik esriklikle esenlik düşman
dost bir kelimedir henüz keşfedilmemiş
kalleş ile kardeş sırdaş olamaz
böceğin hîlesi doğumdan beter
ben bu işte yoğum demiş miydim
yâni aylak aylak yaşamalı nefisle nefes
öldüğümde ödü kopacak sözün
yüzün düşmesin boşluğa yâr
boşuna üflüyor zaman dilimize
sonra dedim mavi puslandı
ağrımıza giden yalan çok
*
kelle
baş. bildiğin kafa. yâni kelle! vole çakasım yok, gol atasım; ‘bir sıfır olsun, bizim olsun’ diyesim yok, çok film seyretmenin etkisinde kalıp göz kapaklarını kapatmanın dışında.
pek yuvarlak sayılmaz.. dünya gibi yâni: yamuk, armutsu, hani ragbi topu gibi. acâyip bir şekil duruyor ölümde, gövdesiz! güpegündüz n’apayım ben bunu? sokaktan kaçasım var da, kalakalmış rûhum. tutsak hâli gibiyim, ona zincirli!
annem ekmeğe gönderdiydi beni… elimde somun, önümde kelle… eve gidesim yok!
kımıldadı mı ne hafif esen rüzgârla? fırtına çıksa yuvarlanacak yokuş aşağı! yerçekimi olmasa ya yedi kat gökte ya ârâfta ya cehennemin dibinde. hayatta olsa ninem “cennetliktir o” der, okur-üflerdi garibin yüzüne. dedem hemen yerden alıp atardı çöpe, elimden tutup götürürken beni eve, yerken ucundan kopardığı ekmeği bir güzel âfiyetle! “gel de çift kale maç yapalım” derdi gamsız babam olsa hayatta, “gazozuna!”
teni beyaz, gördün mü? ölü izi, kan lekesi yok! hiç mi morarmaz insan bu hâldeyken? sen olsan n’apardın.. bilemedim?! ama bakınıyorsun işte çok uzakta da olsan, kalsan da rûh kadar!
yekpâreydin sen, akıntının sürüklediği gölün dibinde. biraz soğuk, pek üşümüş ve mosmordu o öpülesı kıpkızıl dudaklar… hatırladın mı? nişanımız bozulmuştu o an: kerevet yerine tabut!
dediğin olduydu, kıydıydın canına, “senle ilgisi yok ölme isteğimin” diye diye en sonunda! âşıktık ama erdirmedi tanrı tamamına! göz göre göre boğdun ömrünü! o güzelim başın düştüydü öne, maviden karaya çalarken su.
bu baş başka ama: yapayalnız. koca bedenden yedide bir tek eser! ayağı yok ki kaçsın, eli yok ki okşasın, kalbi yok ki atsın… kalmış bir başına!
ekmeğimden koparıp koydum ağzına, yedi; dudağımı dudağına dayadım, ağız suyumu içti; yanağını sevdim, saçını okşadım, gözlerinden öptüm, ağladı. sen de gördün di mi, asıl o an öldü yüzünde bir buruk gülümsemeyle.
“amanını kelle kelle, altını-üstünü yelle / kelleyi verdim fırına, pişmedi kaldı yarına.”
yarın yok. sensizliği şimdi anladım yeni! âh kuru kafam, bekle beni. bir şarkı kadar hükmüm yok!
gördün: ekmeğimi verdim kedi-köpeğe ve vura vura başımı tâşlara öldüm.
oysa her kafasızın omuzlarının üstünde boynuna geçirmeyi dilerdim o kelleyi en az bir kez.. olmadı!
olsun, sana varıyorum ya, bu pek hoş. başbaşa verip bir güzel yaşarız aşkta ölümümüzü…
**
nasıl öldürmeli ‘hayat’ı?
ya da
üç sıra dışı ‘sıradanlık’ üzerine birkaç söz
“ne var ki en korkunç, en sıkıcı, insanı en çok inciten şey —koyu sıradanlık! kaçmalı buradan, çıldırmamak için hemen bugün kaçmalı!” – anton pavloviç çehov (1860- 1904)
(…) mor uykular kara kâbûslar gri düşler / çatladıkça dağılacak akıl duvarı /
––gözleriyle dünya’yı yalayan itler her yerde / kaçacak delik ararken şeytan ile zebânî /
ıssızlık ıslığını sokak sokak çalacak (…) – t.d.
‘baş’ta(n) belli ‘son.’ ölüm için yaşam(ak) saçma ve de çelişki: hem akıl hem ‘mantık’ dışı: bile bile ölmekten ‘mutlu’ olmak ya da “mutlu ölüm içindir ‘hayat!’” kendisi ‘acı’ mıdır ölümün, bilinmez: inanç işi: hayat-öte zaman ya da zamansızlık. bilindiğince ‘acı’, yaşam süresince geçerli, öldükten sonra (kabir ve cehennem azabı?) değil. bunun için öne çıkmakta ‘mutluluk’ ve ‘mutlu ölüm’ kavramı. ne başlangıç öncesi ne bitiş sonrası, akla dâhil. başlangıç sonrasıyla ‘hayat’ arasındaki zaman dilimini de bilmiyoruz.geriye kalan: ‘hayat.’ bildiğimizi sandığımız belki bir ‘sanı.’ sanı ya da gerçek, elde var ‘hayat.’ her canlı varlık gibi, ‘insan’ın da gereksinimleri var. (burada, ‘temel yaşama gereksinimlerinden, ‘insanca yaşamın olmazsa olmazlarından, ‘gündelik yaşam’ sürecinden, zorunlu sıradanlıklardan söz açmak, konu ve olgu gereği gereksiz/yararsız/anlamsız.)soru(n) şu: ‘hayat-ölüm arası süre’yi nasıl geçirmeli? ya da sonu belli olan bir zaman dilimini, ‘hayat’ı nasıl öldürmeli? (bilmeyen yok: ‘sıradan yaşama’larla diye yanıtlamak olasısoruyu ki, çoğun böyle öldürüyor ‘hayat’ını insan; bunun için ayraç içinde kalmalı bu bilindik ‘zaman öldürme yolu.’)
I /
“sanat”, en temel ve ‘est-etik’ yanıt olabilir. kişi, (ussal, ruhsal, duygusal, beyinsel, organsal, duyusal, bedensel vb. yapısı elverdiği ‘çok yönlü sağlıklı süre’ce) bir sanat dalını ölene dek sürdürebilir. ‘en insansal edim/uğraş olarak sanat’, bir ‘gelgeç ‘oyalanma’nın ve ‘yalandan avunma’nın ‘sözde kendini gerçekleştirme’nin ‘anlamlı’ ve ‘değerli’ yolu/yöntemi olarak gözükse de, ‘ölümsüzlük’ ve ‘sonsuzluk’ duygusunu taşıyan ‘kalıcı yapıt bırakma’ düşüyle, ‘sanatçı’nın ölüme ayak diremesi için ‘hoş bir hayat öldürme biçimi’ olarak anılabilir.
II /
‘sanat’ın ‘bireysel’liğinin dışında kalan her tür yaklaşım (yöresel, toplumsal, ulusal, evrensel), tamamen bir yanılsamadır. ‘ölüme hazırlanma sanatı’ olarak bu edim/uğraş, est-etik bağlamda belki bir ‘güzel yaşama erdemi’ olarak da önemsenebilirken, bir başka ‘bireysel önemsenme’ edimi/uğraşı olarak ‘felsefe’yi anmak, kaçınılmazdır.‘düşünsel zaman yol alışı’, ‘ussal ve mantıksal süreç’, ‘hakikâti arama çabası’ olarak ‘felsefe’, ‘sanat’ denli, yaşamsal anlam ve değer içerebilmektedir. ‘est-etik yaratıcılık’ olan ‘sanat’la, ‘düşünsel yaratıcılık’ olan ‘felsefe’, ‘hayat’ı ölüme dönüştürmenin en etkili iki ‘eylem’i sayılabilir. ne ki, ikisi de somut ya da soyut, ürettikleriyle kalır: hepsi bu. ikisinin de nice ‘akım’la yenilenmesi, ‘yol alma’sı ya da ‘yolda olması’, ölümün yinelenmesi ve ‘son’ olması olgusunu, ‘hakikât’ bağlamınca yadsıyamaz, ‘yok’ sayamaz.
III /
üçüncü (ve son) ‘hayat’ı öldürme yoluysa, ‘din’dir. insanın insanla, insanın toplumla, toplumun insanla (ulusal ve evrensel olarak da) aldanışının ‘inançsal yöntem’idir ‘din.’ ne sanat savaşları ne de felsefe savaşları yer almaktadır ‘insanın tarihi’nde, ‘din savaşları’nın dışında! ‘felsefe’yle ilişkilendirilmeye çalışılan ‘en kötü insan yaratısı’ olan ‘siyasa’, ‘din’le koşut yol almış, her iki alan da birbirini besleyerek ‘erken/zamansız ölüm’leri yaşama geçirmiştir. her ‘din savaşı’nın özünde /temelinde, ‘ideoloji’yle birlikte, açık ya da örtük bir ‘siyasa’ bulunmaktadır. ‘tanrı söylemi’ ve ‘öte-dünya söyleni’ uğruna ‘can’ların kıyılması, acı çekmesi, yoksulluk ve yoksunluk yaşaması, sözde ‘erdem’ olarak dayatılmıştır ‘insan’a, yine insan tarafından! bir başka deyişle, ‘est-etik yaratıcılık’ ve ‘düşünsel yeti’den uzak kalan ‘insan’ın, ‘hayat’ı anlamlı ve değerli öldürme yolu/yönteminden uzak, inceliksiz, duygu ve akıl-öte bir yaşam içre, ‘hayat’ı yok etme/öldürme yolu/yöntemidir ‘siyasal-dinsel erekli ölüm’ ki, ‘tanrı’ ve ‘cennet’ müjdeli bir ‘yarın’ ve ‘ölümsüzlük’ beklentisini de amaç kılmakta, bunu ‘ibadet’ eylemiyle yaşama geçirmekte, ‘tanrı-insan bağı’ adı altında kimi zaman ‘sâf’ bir ‘gizemsel çaba’, çoğu zaman da ‘çıkarsal çaba’ konumunda tutmakta; sonuçta bir başka ‘aldanışsal adanış’ın, ‘oyalanma’nın, ‘hayat’ı öldürmenin ‘görünümsel giz’i olmaktadır. gerek ‘sanat’ gerekse ‘felsefe’, somut-soyut bileşkesini ‘güzel’, ‘doğru’ ve ‘iyi’ adı altında ‘kan akıtma’ksızın gerçekleştirirken, aynı bileşkeyi zorunlu kılan ‘siyasal-din’, ‘kan akıltma’kta, ‘tanrı uğruna’ erken/zamansız ölümler yaratıp, ‘hayat’ı ‘öte-hayat’ söylemi ve söyleniyle yok sayma uğraşını sığ/sınırlı akıl sahibi bir varlık türü olan ‘insan’ eliyle sürdürmektedir.
‘son-uç’ yerine /
(sayrı ya da sağlıklı akılla bireysel seçim/istek olarak ‘özcanakıyış’ bir yana) ‘sanat’, ‘felsefe’ ve ‘din’ dışında, belirgin bir başka ‘hayat’ı öldürme yolu/yöntemi söz konusu değildir. ilk iki yol/yöntem (duyusal-duygusal-ussal olup)‘est/etik’, son yöntemse (us-dışı olup) ‘inançsal’dır. her üçü de tamı tamına ‘insan’ kaynaklı olup, ‘hayat-içre’dir ve ‘vargı’ olarak ‘ölüm’e dayanır. ne ‘sanat’ın ne ‘felsefe’nin ne de ‘din’in ‘ölümsüzlük söylemi’nde genel-geçer , ‘mutlak kalıcı bir gerçeklik’ olası değildir ve bugüne dek olmamıştır. ‘başlangıç-öncesi’nde kendini yaratamayan bir türün/dirimin/‘insan’ın, ‘hayat’ı öldürmekten başka bir seçeneği de yoktur. üç yol/yöntem, bu seçenek için ‘seçenek’ olmakla birlikte, ‘ölüm’ olgusu bağlamınca ne ‘geliş’te ne de ‘gidiş’te bir ‘özgürlük’ içermektedir (‘özcanakıyış’ dâhil.) hepsi ‘verili akıl ve duygu’nun sonucudur; ‘mutlak/saltık özgür istenç’ içermemekte, bir ‘seçim’ yanılgısının ötesine geçememekte, ‘özgürlük’ gibi görünen, ne ki bir başka ‘sanı’ bağlamınca bir ‘yanılsama’ olmaktadır. mutlak sığ/sınırlı akıl varlığı olan zavallı ve zâlim bir dirim olarak ‘insan’a düşen en insancıl yolculuk, ‘sanat’ ve ‘felsefe’, en ‘kanlı’ yolculuksa ‘siyasal-din’dir. ‘kendini yaratamayan bir valık’tan bugüne dek (ussal-kurgusal metinler bağlamınca dinsel söylem ve söylenler hâriç) bir tansıklık doğmadığı için, elde olan veriler ve söz konusu üç yol/yöntem dışında bir başka ‘yaz(g)ısal seçim’ yoktur. -doğumunu seçemese de- herkes ‘hayat’ını nasılöldüreceğinde özgür mü özgür…
***

tan doğan
İstanbul doğumlu tan doğan, İstanbul Üniversitesi’nde felsefe, Beykent Üniversitesi’nde eğitim yönetimi öğrenimi aldı-verdi. Şiir, öykü dallarında ödülleri olup, edebiyat, sanat, felsefe, psikoloji üzerine çabalarını, 1984 yılından bugüne dek çeşitli yayın organlarında paylaştı, paylaşmakta…