tan doğan
atmasam rûhumu sokağa, o ve ben el el ele ölecektik. hiç değilse park var dışarıda, boş da olsa salıncak, kaydırak ve güz. bir düşen yaprak bile aklımı alıp götürürdü nasılsa. ya da çıplak dala, dalın konardım ucuna kuş gibi. bulut da fenâ sayılmaz onunla çekip gitmek için cehennemin dibine, diye başlayacaktım ki öyküye, sıkıldım!
dur dur dur durak olduydu oda evde. oturmadan hole, ordan salona, sonra banyoya, derken yatak odasına zerre kadar geçesim, bir, evet bir tek eşyaya dahi dokunasım, okşayıp tozunu alasım, anılarına dalasım yokken, pineklemek de istemiyordum yine, perdeden güneşliğe, ondan tüle geçip pencerenin çerçevesinde gezinip bir anlığına, ardından göbeğine girip camın masmavi yüzeyinde yüzmeden, ta dibine dalıp yemyeşil, birden kapkahve olmayı kumunca, balığınca gipgri bir rengin hâreli-pâreli, menekşeli-lâleli bir tonuna bürünüp, yan gelip yatmayı da özlemiyordum aklım bir başka öyküde çoktaaan yol almışken.
dur dur durak olduydu ya sokağın ucunda, bakkalın tam karşısında, terzinin bitişiğinde, lastikçinin çaprazında yıllar yılı unutulmuş o oturak yüzlü kaya, şimdi onun kırık, dökük, küflü, kıymık kıymık tek tahtası ve paslı paslı üç iri çivisi kıçıma batan, eriye eriye boyası pantolonumu sıvazlayan, damla damla kırık çatısından yağmur sızan adı var kendi yok hâlinde hâlleniyordum ki, dalmış kalmışım kaçırdığım son otobüsün hüznüyle, diyecektim ki, bu girişte sinmediydi içime, bir küçürek öyküye hay gayret demem için.
balkona çıkıp, basamakları alıp, bahçeye inip, iskemleye çöküp, bir cigara yakıp, dumanını savurup, gökyüzüne bakıp, üç kez göz kırpıp rüzgâra, yağmura, buluta parkı hatırlamak da vardı ya, hiç gereği yoktu durduk yerde, cigara ve öykü sağlığa zararlıyken.
ben o durakta oturmamalıydım, kayalı hâlini anmamalıydım, kaçırmamalıydım o son otobüsü, tek boş yere oturmalı, hangi kitabı okuduğunu o kadına sormalı, kapağını gösterip bir tebessümü üzre, aaa! okuduydum pek gençken deyip, hâlâ gençsiniz sözü üzre gözlerimi hafif kısıp, bir tebessüm de bendeniz atıp, yârenlik etmeli, indiği durakta inmeli, gittiği yolu almalı, bir pastaneye falan mutlaka, ısrârıma dayanamayıp dâvet etmeli, buranın keşkülü enfes deyip, orada keşkül olmadığını öğrenmemizi müteâkip kızarmak, bozarmak, her hangi bir mahcûbiyet yerine birlikte bir koca kahkahayı patlatmalı, aslında o mekânın çorbacı olduğunu geç de olsa anlayıp, ben de pek severim kara biber ve limonla, demesi üzerine, iki mercimek çorbasını, zamanla sandviçleşmiş, avuç içi kadar kalmış handiyse birer ekmeği doğramak sûretiyle içtikten sonra, az sonra rüzgâr gibi geçti filmi başlayacak, dilerseniz siz de, deyip, yarım bıraktığı cümleye elbette diyerek balıklama atlayıp, biletleri almama müsâade etmesini rica edip, ama frigolar benden, teklifini, mısır ve soğuk içecekler de bendenizden diyerek tamamlamalı, üç saat yanında gıkım çıkmadan, filmin sonuna az kala havasına girip önce serçe, sonra yüzük parmağına dokunup, karşılık bulmamla cesaretlenmem üzerine sol elini sağ avucuma almalı, derken aynı elimi omzuna atıp yüz yüze geldiğimiz an dudaklarını öpmeli ve sözlenip nişanlanma faslını geçip, doğrudan nikâh kıyıp, bir çocuk yapıp, üç yıl sonra anlaşarak, öyküyü uzatmadan boşanmak varken, sonradan ben o durakta iyi ki oturdum, kayalı hâlini andım iyi ki, iyi ki kaçırdım o son otobüsü deyip, pişmân olmadım ya, daha n’olsun?
oldu mu size akşam! elde var sıfır! kös kös otururken oturma odasında, oturmaktan nasırlaşan kıçımın üzerinde hayıflanırken, dilinin ucunda her şey var ve fakat hiçbir şey yok, diye diye bir öyküye bile başlayamazken, senden değil yazar, bi bok olmaz, diyen perîyi dörtnala sonsuz göğe kaçırırken ay’a baka baka ağlamayım da neyleyeyim ey okur, üstelik de canım hâlâ sıkılırken?
tam zaman öldürmek için meylettiydim ki salıncağa, ‘düşersin’ diyen mi olmadı ‘tetanoz olursun haaa!’ diyen mi! bir genç kız ‘gel iskemleme otur’, bir orta yaşlı kadın ‘git evinde otur’, ‘bir delikanlı ‘devrimci oturmaz’, bir yaşlı adam ‘kaydırakta kaysaydın bâri’ demez mi, kaydım. kumdan zor kazıdılar beni!
plastik bardakta çorba iyi geldiydi, bir dilim doğranmış bayat ekmekle. ‘çay da istersin sen şimdi’ diyen gence, cigara da isterim diyecektim ki, sıkılmışım arsız, gamsız hâlimden, başlamadan bitirmişim girişini öykünün!
o, o otobüsü kaçırmıyor, tek boş koltuğa oturuyor, yanındaki adamın ikrâmını geri çevirmeyip, verilen sakızı çıkarıp ambalajından usulca ağzına atıyor ve yolculuk boyu çiğniyor, çiğniyor, çiğniyor hem bir nebze olsun sıkıntısından sıyrılacağının ümidini taşıyıp rahatlayacağı kanısına varma fikriyle sıkıntısını adama anlatmak sûretiyle hüzerinden atmanın zorunlu ve zorlu durumunda kalacağından hem de sıkıntısını anlatacağını daha anlatmadan bilip bunun da sıkıntısını yaşayacağını hissettiğinden ama tüm bunların nâfile olduğunun farkındalığını taşımanın bir başka sıkıntıya vesile teşkil edeceğinin bilincinde olmasıyla o, o otobüsü kaçırmıyor görünse de bile bile kaçırıyor, sakızı çiğnemiyor böylelikle ve balon yapıp patlatmıyor yüzüne adamın, başına ne tür bir iş açacağının ev hamına bürünüp böylesi bir girişle öykününkurgusundan cayıp, lastikçinin, ‘ağbi! buyur bi çay ikrâm edeyim’ , demesine kulak kesilip, şu pek sıkıldığı otobüsten kurtulması farzdı!
– ‘yeni demledim komşum, tavşan kanı.’
çay olsun da, nasıl olursa olsundu.
– ‘taka sağlam herhâl?’
hep lastiği çiviletecek değildi ya!
– ‘arada getir bi hava basalım.’
artık o da paralı!
– ‘simit?’
istemez niyetine başını kaldırdı.
– ‘nere yolculuk?’
cehennemin dibine demek yerine bir yudum almayı yeğledi.
– ‘seyrek geliyon artık.’
he babam hee, de demedi.
– ‘taka n’oldu?’
sattı işâreti yaptı boş eliyle.
– ‘ben bıraksaydım?’
bir yudum daha.
– ‘lafı mı olur?’
benzin parasını ister bu çakal, yolda çorbacıya girer, işlerini görür, dönüşte de malzemelerini kesin alır dükkânın, parçacıya da uğramadan etmezdi zannınca.
-‘ha abi!’
ne?
– ‘geçen sene…’
eee?
– ‘dört lastik aldındı ya…’
evet.
– ‘birini ödemediydin.’
haydaaa!
– ‘unuttun herhâl.’
yok öyle bir şey.
– ‘faizlendi de.’
puşt!
– ‘dört lastik kadar.’
piç!
– ‘he bi de far.’
öküz!
– ‘sağ stop lamba.’
– it!
– ‘bi de’ dediğinde fırsatçıpezevenkzibidideyyus, indirdiydi yerden kaptığı krikoyu alnına ve kan ve baygınlık ve yığılıp kalma tâmirhânenin tam ortasında ve öldü, dediydi, sonrasını yazmadan tüydüydü hemen, öykünün başını oracıkta dürüp.
atmasam gövdemi sokağa, o ve rûhum el ele ölecektik. biri bir sopa sıkıştırdı avucuma, ucu al-mâî harmanı bir bez parçalı ve, ‘devrim oldu amca, devriiim!’ diye bağırıp, çekip gitti ki, park ana-baba günü: ya yangın ya deprem ya da kıyâmet. ‘kahrolsun faşizm!’ çocuk haklı.. bir baktım ki devrim olmuş!
beni gören bir mutlu ki sormayın! ‘gel amca, banka çök, çörek-ayran’ diyen de var, ‘çay-simit buyur yoldaş’ diyen de. ‘ön safha geç, bi nutuk çek babalık’ diye itiştiren ya da düştüğümü görüp elini uzatırken ‘ne işin var burda dede?’ veya ‘evinde otursaydın ya kıçının üstünde!’ diyen de. biri ‘sen gibiler yüzünden geç geldi devrim!’, bir diğeri ‘yaşı-başı olmaz devrimin’; beriki ‘aslanım, koçum, yiğidim, aslanım’, öteki ‘yaşaaa, var ooool’ da demedi değil. bir baktım ki devrimci olmuşum!
çakmak, telefon, meşale taşıyanlar da var, dev ateşi harlayanlar da. halay çekenler, zılgıt atanlar, bağırıp çağıranlar… derme-çatma pankartlar, kırık-dökük dövizler, uyduruk yazılar, türlü sloganlar… ‘sıcak saleeep!’ hayda! ‘gazozcuuu!’ amanın! ‘sigara-çakmak, sigara-çakmak!’ yok yok! ‘battaniye var amca’ dedi biri, biri de ‘çarşaf-yastık.’ daha neler?! gece serin olacak zaar bu güz mevsimi!
o, o köpeği okşuyor şimdi, başından, kulaklarından, boynundan ve sırtından. patisini istiyor, veriyor o da. avucuna döktüğü suyu bitirip, yalıyor sıcaklığını bileğinin, kolunun. hayvan temiz, belli ki ev köpeği ve bir heves sonrası sokakta. yüzlercesinin kaderi! al, eğlen, terk et! ot mu yer, bok mu yer, ne umurun. misten çöplüğe şut at, çek git! it, senden bin kat can. senin vicdanını…
köpek kek yer mi? verdi biraz. acından öldü-ölecek zavallı. üzümlerini ayıklayıp yedi. hamurunu sevdi kerata.. n’apsın? kuyruğu da pek güzel.. nasıl da sallıyor iki yana! şu an mutlu. sonra üç köpek daha, sonra beş ve… kek biteli çok olduydu, ilk gördüğünü aldıydı. evine götürdüydü. çorba kaynattıydı. ekmek doğradıydı. balkona çıkardıydı. bir cigara yakıp başlayamadıydı öyküye!
ne diyordum? sıkıldım… yok, dağıldım… yok yok, hatırlayamıyorum! ne işim var benim orda-şurda-burda? atmasam rûhumu sokağa, o ve ben el ele ölecektik. hiç değilse park var dışarıda, boş da olsa salıncak, kaydırak ve güz. bir düşen yaprak bile aklımı alıp götürürdü nasılsa. ne diyordu? başlamadı mı öykü hâlâ?!…


tan doğan
İstanbul doğumlu tan doğan, İstanbul Üniversitesi’nde felsefe, Beykent Üniversitesi’nde eğitim yönetimi öğrenimi aldı-verdi. Şiir, öykü dallarında ödülleri olup, edebiyat, sanat, felsefe, psikoloji üzerine çabalarını, 1984 yılından bugüne dek çeşitli yayın organlarında paylaştı, paylaşmakta…