“Şimdi beni bağışlamakla uğraşma. Daha önemli şeyler var...
Cennet için sana ihtiyacımız var. Cehennemi kendi başımıza da yapabiliyoruz.”
Margaret Atwood, Damızlık Kızın Öyküsü
-Toplumsal belleğin bekçisi, geleceğin sessiz mimarları Serena Joy’lar’a-
Sigaraları karaborsadan, bu umut verici. Demek ki kuralları zorlayabilen bir kadın o. Sigarasını hafifçe içine çekip, nazikçe havaya üflediğini hayal ediyorum, yaşlı, yorgun, bilge.
“Evet her zaman bir karaborsa vardır, her zaman değiş tokuş edilebilecek bir şeyler vardır.
Yine de herkes bulaşmak istemez o işlere. Onun kuralları zorlayabilen bir kadın olması fikri hoşuma gidiyor.
İlk tanıştığımızda üstenci bir tavrı vardı. Belki de mesafeyi nasıl ayarlayabileceğini bilemediğinden sanmıştım. Ki… Empati. Sempati. Merhamet. Bilumum prososyal duygularım kabarmışken bir şüphe düştü içime. Sigarasından bir nefes çekip dumanını üfleseydi de konuşmasaydı keşke.
“Dosyanı okudum. Benim için bir iş anlaşmasına benziyor bu. Ama bana sorun çıkarırsan, ben de sana sorun çıkarırım. Anladın mı?”
Evet anladım.
O an anladım; teyzelerden bir farkı olmadığını karaborsadan sigara içen bu kadının. Teyzeler sistemin hizmetkarı, ya o? Tutsak kraliçe mi? Kötü kalpli cadı mı?
Yok yok, ona sigarasını getiren birileri olmalı, güvenli bir bağlantı. Konforunu bozup da riske atılacak biri olmadığını anlamak, teyzelerden daha alt seviyeye indiriyor gözümdeki yerini. Uzaktan bakıldığında piramidin en tepesinde gibi görünüyor; bu bir illüzyon, yaklaştıkça düşüyor, düşüyor. Mezarında ters dönüyor Maslow.
Serena; Latince kökenli bir isimmiş, sakin, huzurlu anlamında. Erken dönem Hristiyan azizelerinden birinin de adıymış üstelik. Joy da İngilizce “neşe” demek.
Bu isim bu kadına hiç yakışmıyor, taşıyamıyor adının güzelliğini.
Üstelik bu kadın kimseye de ait değildi bir zamanlar, isminin önünde ne “off” var ne de sonunda “ki”, o ismiyle müsemma bir yıldızken neden “Komutan’ın Karısı” olmayı seçti ki? Seçti mi acaba? Uygun görülmüştür belki de, katalog evlilikleri gibi.
Hatırlarsanız Gilead rejimi kurulmadan önce bir ekran yüzüydü Serena Joy; muhafazakâr değerleri savunan, ev kadınlığı rolünü yıkayıp yağlayan. Kadınlar eve girebilirdi, o ekranda olduğu sürece. Sonra bir gün otorite -belki bir hoca efendi, belki bir çağdaş diktatör, belki bir modern otokrat, belki de büyük büyük bir teyze- ideal partneriyle eşleştiriverince o da içeri giriverdi.
Dışarıda bırakılmak içeri kapatılmakla aynı şey ise de Serena Joy ne tam içeride o ne de tamamen dışarıda. Sınırda desen hiç değil. Görünmez o, hem her yerde hem hiçbir yerde.
Serena Joy onun gerçek adı olamaz. Serena Joy bir sıfat olmalı. Her çağda kullanılan bir sıfat. Hâlâ. Bazen bir liderin eşi, bazen ekranlarda yargı dağıtan bir televizyon programcısı, bazen mecliste bir vekil, bazen okulda bir öğretmen, bazen bir komşu bazen de bir uzak akraba.
Otoritenin çözülmesini, patriyarkanın dağılmasını önleyen tutkaldır; Serena Joy’lar. Onlar geçmiş ile geleceği birbirine yapıştırır, tam ortasına da kendilerini sıkıştırıverirler. Sıradan bir karakter sanırsınız ilkin, roman gereği yazılmış karşıt bir figür. Ancak sayfaları çevirdikçe onun asıl taşıyıcı sütun olduğunu anlarsınız; sistemin kodlarını, geleneklerini, korkularını, acılarını -ve hatta ikiyüzlülüklerini- içinde tutan saklayandır Serena Joy.
O hafıza taşıyıcısı. O belleğin bekçisi. Daha da fenası, belleğiyle geleceğin şekillendiricisi. Sistemin sürekliliği onun suskunluğuna bağlı. Ve geleceği şekillendiren de onun bu sessizliğe razı oluşu. Serena Joy aynı zamanda geleceğin mimarı.
Bellek yalnızca geçmişe ait değil ki. Bellek geçmişe, aynı zamanda şimdiye, az sonrasında da geleceğe açılan bir kapı, Serena Joy’un eşiğine öylece durduğu kapı gibi.
Serena Joy ördüğü atkılar gibi biyoiktidarın geleceğini de ilmek ilmek dokuyor, sabırla. İktidar sadece yasayla, baskıyla değil; bedenler üzerinden bireyi disipline ederken, nasıl üreyeceğini öğretirken panaptikon’un içerideki gözcülüğünü üstleniyor Serena Joy. Offred’in rahmini denetleyerek, Nick’le sevişmesini teşvik ederek, sessizliği ile komutanı kandırarak biyoiktidarın kuklası olmayı sindiriyor içine.
Lacan’ın le grand Autre (büyük a – büyük öteki) dediği şey, onların hayatında sadece bir teorik kavram değil, yaşamın nüvesi. Büyük Öteki’nin bakışıyla kimliği şekilleniyor. Kendi arzularının değil, Tanrı’nın, toplumun, erkeğin, büyük Öteki’nin arzularını sahipleniyor.
Çünkü ancak böyle yücelebilir; çünkü ancak böyle first lady’dir, hanımefendi’dir, asil’dir, kutsal’dır.
Kendi arzusu bile ona ait değil; objet petit a (küçük a) sistemin öznesi sanır kendini Serena Joy’lar. Oysa nesnedir sadece. Aparat ne kadar nesneyse o kadar işte…
Arzuları bile başkalarının onda görmek istediği isteklerdir. Onunkiler istek değil, eksiklik. Kendi eksiğini başkalarının hayatına müdahale ederek tamamlamaya çalışır. Ama eksik, hep eksiktir.
Eril uzlaşma, eksikliğin koca boşluğunu kapatmak için en kestirme yoldur Serena Joy’lar için. Ataerki ile çatışmak yerine onun sunduğu sistem içinde avantajlı bir konum elde ederek uyum sağlamak daha kolaydır çünkü. Bu sessiz bir anlaşma. Utancı kimse dillendirmek istemez. İtiraz eden, söz söyleyen anında ucubeleştirilir, meczuplaştırılır, uzaklaştırılır. Bu kolektif uzlaşmanın biçimidir aynı zamanda.
Serena Joy, tarih boyunca değişen adlarla, farklı yüzlerle, benzer suskunluklarla var olurken, günümüzde bile bizi baskılamaya çalışıyor. İçselleştirilmiş ataerkinin sembolü olarak, kendi özgürlüğü pahasına yaşayamadıklarının acısını başkalarından çıkartmaya devam ediyor ne yazık ki.
Kadınların özgürleşmesi için yalnızca erkek egemenliğinin ortadan kalkması yetmez aynı zamanda içselleştirilmiş ataerkiyle yüzleşmek gerekli. Böyle bir cümle geçiyor aklımdan. Bunu benden daha güzel ifade eden bir kadın olduğunu hatırlıyorum, altı çizilesi cümleler kuran. Kısa bir süre önce yazdığım yazılardan birini ona ayırdığım için kolayca buluyorum sözlerini.
“Kadınlar, diğer kadınlar üzerinde tahakküm kurmak amacıyla ırklarının ve sınıflarının gücünü kullandığı müddetçe, feminist ‘kız kardeşlik’ hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşemez.”
Ne dayanışma, ne feminist kız kardeşlik ne de cinsiyet rollerimizle barışmak mümkün mü Serena Joy’lar varken?
Düşünüyorum da Lydia teyzeleri mi ikna etmek daha zor, Serena Joylar’ı mı? Çünkü o hem dini retoriğin hem de patriyarkal otoritenin taşıyıcı annesi.
Bell Hooks da beni destekliyor:
“Baskı altında olanlar, eğer bu baskıyı sorgulamazlarsa, onun gönüllü taşıyıcıları hâline gelir.”
Yazdıklarım beni üzüyor, Serena Joy’ların sadece Gilead’da yaşamadıklarını, hemen ensemizden bize baktıklarını bilmek daha da üzüyor.
Keşke her şey Atwood’un distopyasında kalsaydı. Evler, mahalleler, şirketler, saraylar onlarla dolu. Keşke sistem Serena Joy’ların kadınlık performanslarını ellerinden alarak onları statü objesine indirgemeseydi. Keşke Serena Joy’lar kendi konfor alanlarından çıkmamak için rejimin kurallarını, yasaklarını, kendi değerleri haline getirmeselerdi.
Keşkelerim onu aklamaya yetmiyor.
Tam şu aşamada Serena Joy’u nasıl bilirdiniz diye sorsalar; eril uzlaşmanın ete kemiğe bürünmüş hali demek istiyorum iğrentiyle, kendi çıkarları uğruna sisteme hizmet eden herkesin tüm günahlarını ona yıkarak.
Yine de içime oturan acıma duygusu ağır basıyor. Kelimelerimi estetize ediyorum: Serena Joy, otoritenin kadın yüzüdür: Rejimi sevecenleştiren, evcilleştiren, doğallaştıran kadın sureti. Serena Joy, kendi yarattığı masalın içine hapsolmuş bir karakterdir. Bazı kadınlar vardır, kendi elleriyle ördükleri duvarların ardında yaşlanırlar.
Bir insanın kendi inşa ettiği cehennemde yaşamasına mı daha çok acıklı, yoksa başkalarını da o cehenneme sürüklemesi mi?
Bu soruya yanıt aramadan önce aklımda bir sahne var onu paylaşmam lazım. Çünkü kurgu Serena Joy üzerine bu kadar düşünmeme, gerçek Serena Joy’ları fark etmeme büyük etkisi var bu sahnenin.
Damızlık Kızın Öyküsü’nün güncel bir dizisi var, oldukça beğenilen. Benim asıl söz etmek istediğim film versiyonu,Serena Joy’u Faye Dunaway canlandırıyor.
Sözünü edeceğim sahne bence bu filmin etkileyicisi sahnesi. Romanda da iğreti ediyor insanı ama izlemek, o bakışları görmek… Nasıl tarif etsem o sahneyi?
Dini referans alan seks mi desem? Mahremiyetin ölümü!
Offred’in de Serena Joy’un da en aşağılandığı sahne.
Komutan Offred’e tecavüz ederken, Serena Joy buna eşlik ederken.
Offred buna mecbur. Serena ise buna tanıklık etmeye mahkûm.
Kadınlarla birlikte erkeği de aşağılayan bir ritüeli.
“Bu aşk değil. Bu şehvet değil. Bu seks bile değil.”
Ne erotik ne de estetik, ne bir haz var içinde ne de şehvet. Soğuk, mekanik. Rahatsız edici. Kadın bedeni devletin el koyduğu bir araç haline gelince artık bir arzu nesnesi değil. Bir kuluçka makinesi.
Male gaze kavramını çökertmek için mi çekilmiş bu sahne?
Faye Dunaway’in güçlü oyunculuğu sayesinde Serena Joy, bu sahnede tek boyutlu bir karakter olmaktan çıkıyor; zihnimdeki “kötü kadın” aniden ölüveriyor. Hem de ne ölmek! Her taraf kan içinde. Maviler içinde bir kırmızı kadın o. Offred’den bile kırmızı.
Geldik mi o kaçınılmaz soruya: Kurban mı, fail mi?
Biliyorum, siyah-beyaz bir yanıtı yok bu sorunun.
Evet, sistemin mağduru; ne kişisel alanı var ne cinsel özgürlüğü.
Evet, sistemin suç ortağı; otoritenin gözü, kulağı, uygulayıcısı.
Aynı zamanda efendi olduğunu sanırken otoritenin kölesi de o…
Offred bilinemeze giderken, o cümleyi boşuna kurmuş olamaz:
“Onun için üzülecek kadar duygu taşıyorum içimde hâlâ. Moira haklıydı, yufka yüreklinin tekiyim ben.“
Bu sözlerle Atwood, bu kadınları lanetlemekten çok anlamaya çağırıyor bizi. Çünkü Serena Joy’un hikâyesi, sadece bir kadının değil; susarak, görmezden gelerek ya da başkalarını feda ederek ayakta kalmaya çalışan herkesin hikâyesi.
Damızlık Kızın Öyküsü sadece Gilead kadınlarına ait değil, hepimizin ortak hikayesi. Ve biliyoruz ki çoğu kez hikâye yazılmadan önce roller dağıtılmış oluyor.
Ve bu hikayenin sonunda bize düşen soru:
İtaat ettiğimiz şeyler, eninde sonunda bizi de yutar mı?
Herkes kendi yanıtını kendi bulsun, şu uyarıyı da aklında tutarak:
“Canavarlarla savaşan kişi dikkat etmelidir; ki kendisi de canavara dönüşmesin. Çünkü uzun süre uçuruma bakarsan, uçurum da sana bakar.”
– Nietzche –
Kaynakça:
- Atwood, Margaret. The Handmaid’s Tale. McClelland and Stewart, 1985
- Türkiye Kişi Adları Sözlüğü, Sevan Nişanyan, Liberus Yayınları
- Hapishanenin Doğuşu, Michel Foucault, Mehmet Ami Kılıçbay çevirisi ile İmge Yayınları
- Psikanalizin Dört Temel Kavramı (Seminer 11. Kitap) Jacques Lacan, Nilüfer Erdem’in çevirisiyle Metis Yayınları
- Eril Uzlaşma, Deniz Kandiyoti, “Patriyarka ile Pazarlık” başlıklı makalesi, 1988
- Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, Judith Butler, Zepnep Direk çevirisi ile Metis Yayınları.
- Feminizm Herkes İçindir & Tutkulu Politika, bell hooks, Bgst Yayınları
- Damızlık Kızın Öyküsü (Film), Yönetmen: Volker Schlöndorff, Oyuncular: Natasha Richardson, Faye Dunaway, Robert Duvall. 1990
- İyinin ve Kötünün Ötesinde – Friedrich Nietzche – Mustafa Tüzel çevirisiyle T. İş Bankası Kültür Yayınları

Nilgün Karataş, İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Henüz öğrenciyken çalışmaya başladı, Milliyet, Dünya, Akşam, Günaydın, Business Week Dergisi ve Hürriyet’te gazetecilik yaptı. İlk romanı Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar’ın yanı sıra birçok kolektif kitapta öyküleri yayımlandı. Bianet, Yeni Sinema Dergisi ve Suare Dergi’de yazıyor. İkinci üniversite olarak da felsefe okuyor.