SAYIM ÇINAR
Tanrıçanın Serzenişi adlı yeni kitabı ile okurla buluşan Burçak Gönül, 9 ülkeden 9 kadının öyküsünü Tanrıça Elpis’in anlatısı ile bize ulaştırıyor. Antik Yunan mitolojisinde umudun tanrıçası Elpis’in Pandora’nın kutusunda son kalan madde olduğunu hatırlatan Burçak Gönül, yeni kitabına adını veren son öyküde Elpis’in kadınlara ve aslında tüm insanlığa serzenişini şöyle özetliyor: “Umudunuzu kaybetmeyin.”

Remzi Kitap etiketiyle okurla buluşan üçüncü kitabı Tanrıça’nın Serzenişi’nin yanı sıra yazarlık öyküsünü de konuşmak üzere buluştuğumuz Burçak Gönül, sorularımızı şöyle yanıtladı:
- Kimya mühendisisiniz. Uzun yıllar özel sektörde çalıştınız. Sonra yazarlığa geçtiniz. “İkinci kariyer”diyebileceğimiz bu değişim hayatınızı nasıl değiştirdi?
Sektörden ayrılmam, erken yaşta bir emeklilik ve ülke değişikliği ile birlikte gerçekleşti. Bir anda bütün dengelerim değişti. Sanki bir defter kapanıp yepyeni bir defter açıldı. Yazmak bana ikinci bir hayat armağan etti. Mesleki eğitimim ve uzun yıllar boyunca yaptığım iş, bana analitik bakış açısı, disiplin ve sabır kazandırdı ama yazmak bana özgürlük, yaratıcılık, kendimle ve başkalarıyla yeni bağlar kurma imkânı verdi.
- Dört romanın ardından ilk kez bir öykü kitabı yazdınız. Öyküye yönelmenizin özel bir sebebi var mı?
Sesini duyurmak istediğim kadınların hikâyeleri, hayatlarının bir kesitiyle içime yerleştiler; romanın uzun soluğunu bekleyemezlerdi. Öykü, yoğunluğu ve doğrudanlığıyla bana en uygun ifade biçimi oldu. Ben de o yoğunluğu bozmadan, sarsıcı anlatılarla aktarmak istedim. Çünkü her birinin hayatı başlı başına bir roman olabilecek bu kadınların çığlığına en uygun form öyküydü.
- Kitapta annenizin günlüğünden esinlendiğiniz bir öykü de var. O defteri okurken neler hissettiniz?
Annemin genç kızlığından beri tuttuğu günlükleri vardı. Vefatından ancak bir süre sonra elime alabildim. Çok derin, çok hüzünlü bir deneyimdi. O satırlarla birlikte onu daha iyi anladım; ne kadar güçlü bir kadın olduğunun bir kez daha farkına vardım. Hatta bu kitabı da annemin anısına ithaf ettim. Öyküde adı geçen Cemalifer, annemin Kaleiçi’ndeki komşusuymuş. Onu çok etkilemiş, hatta bazı yönleriyle ona öykünmüş gibi geldi bana. Bazı ayrıntılar beni de derinden sarstı; annemi, onun gençliğini ve hayallerini bambaşka bir gözle görmemi sağladı. Annemin sesini edebiyat aracılığıyla bugüne taşımak, hem bir veda hem de bir teşekkür oldu benim için.

- Finlandiya’dan Sri Lanka’ya, Suudi Arabistan’dan Norveç’e uzanan dokuz farklı kadın öyküsü. Onları seçerken ve yazarken sizi en çok etkileyen şey neydi?
Farklı coğrafyalardan kadınların yaşamlarına dokundum; kimilerini bizzat tanıdım, kimilerini uzun sohbetlerden ve tanıklıklardan yola çıkarak kaleme aldım. Onları seçerken beni en çok çarpan şey, aslında dünyanın neresinde olursa olsun kadınların acılarının, direnişlerinin ortak bir sese, evrensel bir çığlığa dönüşmesiydi. Bir yandan bambaşka ülkelerde aynı yaraları gördüm, bir yandan da kültürel mirasların bu yaraları nasıl farklı şekillere sokabildiğini, hatta kolayca normalleştirebildiğini fark ettim. Araştırma yaparken ve yazarken kimi zaman gözlerim doldu, kimi zaman öfkeye kapıldım, bazen de yüksek sesle isyan ettim. Bence bu öyküler yalnızca onların değil, hepimizin, bütün kadınların hikâyesidir.
- Sunuş yazısındaki teşekkür bölümünde, bazı kadınların isimlerine yer verilmiş. Bu da öykülerin gerçek yaşam öyküleri olduğunu düşündürüyor. Sizce edebiyatın gücü, gerçeği dönüştürmekte mi yoksa gerçeği bütün çıplaklığıyla aktarmakta mı?
Kanımca edebiyatın gücü ikisinde birden gizli. Gerçeği olduğu gibi yazmak bazen yetmez; ona bir edebi form, bir duygu katmanı kazandırmak gerekir ki okurun kalbine dokunsun. Ama öte yandan hiçbir kurmaca da boşlukta var olmaz; daima gerçeğin izlerinden, yaşanmışlıklardan beslenir. Benim için yazmak, gerçekleri olduğu gibi göstermekle, ona yeni bir anlam, yeni bir duygu derinliği kazandırmak arasında bir denge kurmaktır. Elbette kadınların yaşamlarını birebir aktarmadan, kurgulayarak yazdım; ama içindeki acılar, gözyaşları ve umut hep gerçekti.
- Kitaptaki son öyküde umut tanrıçası Elpis konuşuyor ve diğer kadınların hikâyelerine değiniyor. Bu fikir nasıl doğdu?
Mitoloji, kadim zamanlardan bugüne ulaşan evrensel bir dil sunuyor. Elpis’i bir sembol, bir ses olarak seçtim. Çünkü O, Pandora’nın kutusunda en son kalan, her şey tükenmişken bile insanı yaşatan bir duygunun simgesi… Daha önce bir derginin umut temalı sayısında Elpis’in ağzından yazılmış bir yazım yayımlanmıştı; bu öyküyü yazarken o metni geliştirdim. Son öyküde Elpis, kadınlara ve aslında umudu tükenen tüm insanlığa serzenişte bulunuyor: “Umudunuzu kaybetmeyin.” Çünkü kadınların karşılaştığı zorluklar ne kadar ağır olursa olsun, hâlâ bir çıkış, hâlâ bir ışık var.
- Farklı kültürler, farklı diller… Ama hikâyelerde ortak bir acı ve direniş var. Sizce bu ortak kader nereden besleniyor?
Kadın olmak, nerede yaşarsak yaşayalım benzer sınavları getiriyor: baskılar, beklentiler, fedakârlıklar… Bu sınavların çoğu, tarih boyunca şekillenmiş erkek egemen yapılardan besleniyor; sosyal normlar, kurumlar, değerler çoğu kez kadınların özgürlüğünü ve söz hakkını kısıtlıyor. Ama ilginç olan, bu sistemleri yaratan ve sürdüren erkekleri de yetiştirenlerin kadınlar olması; anneler, büyükanneler, öğretmenler… Yani kadınlar, kendi toplumlarının “nasıl olunmalı” kurallarını bir sonraki nesle öğretirken, farkında olmadan kendi özgürlüklerini kısıtlayan sınırları da yeniden üretiyor. Öte yandan, bu zorluklar kadınlara dayanışmayı, sevgiyi, yaratıcılığı ve yeniden doğmayı da öğretiyor. Türkiye’deki kadın sorunlarıyla, Orta Doğu’dan Güney Asya’ya, farklı diller ve kültürlerdeki öyküler arasında güçlü bir bağ var: Hepsi aynı temel sorulara, aynı direnişlere ve aynı umuda işaret ediyor. Kadınların ortak kaderi, hem acıdan hem de dirençten besleniyor; bu da hikâyeleri evrensel kılıyor.
- Kitapta dokuz farklı kadının öyküsü var ve siz de bir kadınsınız. Bu öyküleri yazarken, sizin bireysel hikayeniz de değişip dönüştü mü?
Tanrıçanın Serzenişi benim için de bir içsel yolculuk oldu; kendi sınırlarımı, kırılganlıklarımı ve hayatta şükrettiğim şeyleri daha derin hissettim. Ne kadar şanslı olduğumu fark ettim; oralarda doğmuş, veya Türkiye’de çok başka koşullarda yaşayan bir kadın olabilirdim ve bu düşünce karşısında hem utandım hem de bir sorumluluk hissettim. Bu süreç, dünyanın dört bir yanındaki kadınların yaşamlarına karşı ilgimi arttırdı. Artık markette kasadaki Filipinli kadını, manikürümü yapan Afrikalı kadını, sokakta karşılaştığım her farklı kökenden kadını başka bir gözle izliyorum; onların da kendi görünmeyen öyküleri, zorlukları ve direnişleri olduğunu düşünüyorum. Kendi şansımı ve ayrıcalıklarımı fark etmek, başka kadınların yaşamlarına daha derin bir merak ve saygı duymamı sağladı.

- Kadınların yaşadığı sorunların bazıları evrensel; şiddet, baskı, yalnızlık… Ama bazıları da kültürel miraslardan doğan, çok farklı görünen sorunlar. Siz bu benzerlik ve farklılıkları nasıl yorumluyorsunuz?
Bazı acılar dünyanın neresine giderseniz gidin karşınıza çıkıyor: şiddet, eşitsizlik, aldatılma, görmezden gelinme… Bunlar evrensel yaralar. Ama öte yandan kültürlere özgü çok çarpıcı farklar da var; kadın sünneti ya da gelenek adına yapılan baskılar gibi. Tuhaf olan ise, pek çok yerde kadının kadına yaptığı baskı, mobbing ve dayatma. Bir ülkede kadınınkocası çalışmasına izin vermezken, başka bir ülkede kadın çalışmadığı için baskı görüp acımasızca eleştirilebiliyor. Tüm farklılıklarına rağmen hepsinin ortak noktası, kadınların hayatlarını sınırlayan görünür ya da görünmez duvarlar.
- Bazı öyküler, kadın sünneti, aile içi şiddet ve taciz gibi çok sert konuları ele alan dramatik öyküler. Bunları yazarken etik bir kaygı hissettiniz mi? Bu öyküler üzerinden toplumsal farkındalık yaratmayı düşündünüz mü?
Bunlar gerçekten çok ağır yükler. Bu konular öyle kolay anlatılacak türden değil, düşününce bile kanı donuyor insanın. Ama sustuğumuzda acımasızlıklar ve şiddet daha da büyüyor; sessizlik, bu acıların görünmez olmasına hizmet ediyor. Yazarken güçlü bir etik kaygı hissettim ama aynı zamanda cesur olmak gerektiğine inandım. Sessiz kalmak, bu acılarıgörünmez kılmak anlamına geliyor. Bu öyküler üzerinden toplumsal farkındalık yaratmayı da çok önemsiyorum. Kadın dernekleri ve sivil toplum örgütleriyle iş birliği yapmak, Türkiye’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde kadınlar için bir şeyler yapabilmek benim için çok değerli. Bu kitap, sadece okumak için değil, konuşmak, düşünmek ve harekete geçmek için de bir çağrı.
- Kitapta sadece erkeklerin değil, kadınların da birbirine baskı yaptığını örnekleyen bir hikâye var. Sizce bu durum çok yaygın mı?
Evet, çünkü kadınlar da ataerkil düzenin içinde yetişiyor. Bazen en sert yargılar annelerden, komşulardan, hatta kız kardeşlerden geliyor. Bu, sistemin kadın üzerinden yeniden üretilmesi demek ve aslında çok trajik. Ayrıca “kadın rekabeti” denen bir durum da var; iş hayatında, özellikle erkek egemen sektörlerde, hayatta kalabilmek için daha rekabetçi oluyoruz belki de. Örneğin, ben farklı kurumsal yapılarda pek çok yöneticiyle çalıştım. Üzerime basarak ilerlemeye çalışan tek bir yöneticim oldu ve o bir kadındı. Ben ise, destekleyici, hatta kadınlara karşı pozitif ayrımcılık yapan bir yönetici olmaya çalıştım. Bana kalırsa, kadınların birbirine uyguladığı mobing, baskı ve eleştiri, kişisel seçimlerle kırılabilir.
- Ensest ve pedofili gibi toplumların konuşmaya bile çekindiği bir konuya da dokunuyorsunuz. Böyle bir öyküyü yazarken en büyük kaygınız neydi?
Kaygım, en başta kurbanları yeniden incitmemekti. Ensestve pedofili çok hassas konular; izleri bir ömür sürebiliyor, yaraları kolayca kanayabiliyor. Yazarken en çok bunun ağırlığını hissettim, çünkü kelimeler bile o acıyı tetikleyebilir. Ama bir yandan da biliyorum ki bu konular konuşulmadığında görünmez kalıyor ve görünmezlik, failleri koruyor. Edebiyatın en önemli görevlerinden biri, bazen en karanlık yerlere ışık tutmak. Sessiz kalmak yerine o karanlığın içine girmekten korkmamak, hem toplumsal yüzleşmeye hem de iyileşmeye küçük de olsa bir kapı aralayabiliyor.
- Bir öykünüzde trans bir kadının mücadelesi var. Bu karakteri kitaba dahil etme ihtiyacını neden hissettiniz?
Kadına dair sorunların çeşitliliğini görmek ve kabul etmek zorundayız. Trans kadınlar, daha varoluşlarının en temelinde bile büyük bir kabul mücadelesi veriyorlar. Onların yaşadıkları acılar, umutlar ve direnişler de kadın olmahikâyesinin ayrılmaz bir parçası. Üstelik onlara yöneltilen şiddet kadınlara uygulanan şiddetin bir biçimi; hem de çoğu zaman en ağır, en acımasız olanı. Bu yüzden onların sesini duymak, hikâyelerine yer vermek sadece bir tercih değil, aynı zamanda bir sorumluluk gibi hissettirdi bana.
- Bunca acı, şiddet ve baskının ortasında kitabın ana teması yine de umut. “Tanrıçanın Serzenişi” umuda dair mesajı olan bir kitap. Sizce bugün kadınların birbirine vereceği en güçlü umut mesajı ne olabilir?
“Yalnız değilsin.” Bence kadınların birbirine verebileceği en güçlü umut mesajı bu. Hepimiz kendi karanlıklarımızdan geçiyoruz, ama yan yana geldiğimizde ışık çoğalıyor. Umut, bazen çok küçük bir çatlakta filizleniyor; bir kız çocuğunun kahkahasında, bir annenin sabrında, kadınların birbirine uzattığı yardım elinde. Tüm acılara rağmen umudu çoğaltmak, bizi yeniden hayata bağlayan en güçlü dayanışma biçimi.
- Kitabı henüz eline almamış biri için “Tanrıçanın Serzenişi”ni tek cümleyle nasıl tanımlarsınız?
Tanrıçanın Serzenişi, farklı coğrafyalardan kadınların acılarını, mücadelelerini ve umutlarını anlatan bir derleme, bir sesleniş.


