MURAT ERŞAHİN
‘Yeni Dalga’nın yüreği Agnès Varda ‘hakiki’ bir efsane! 1928 doğumlu dev sinemacının 1965 tarihli incelikli dramı “Le Bonheur / Mutluluk”, zihinden çıkması mümkün olmayan bir yedinci sanat kalıtı! Natüralist yalınlığın pamuklara sarılıp saklanacak ürünü, elem yüklü bir zarafetle ‘hayat işte’ dedirtiyor insana!

“Mutluluk / Le Bonheur” Mozart’ın yüreğe işleyen notaları eşliğinde, modern ve bencil dünyada mutluluk, aşk, aile, doğruluk ve dürüstlük kavramları üzerine bir beyin fırtınası! Sevgilisi ve eşiyle aynı anda mutlu olabileceğini düşünen bir marangozun, üzerine hüzünden renkli bir elbise giymiş terzinin, iki küçük çocuğun, mevsimlerin, doğanın ve altı üstü hayat dediğimiz acımasız ‘bir başınalığın’ hikâyesi…
Aile üyeleriyle birlikte bir marangozhanede çalışan François Chevalier, terzi eşi Thérèse ve iki küçük çocuğuyla ‘son derece mutlu’, sakin ve sıradan bir yaşam sürmektedir. Mutluluk, dikey ve yatay anlamda huzur vermektedir adama! Çekirdek aile olarak ormana gidip, piknik yapmaktan çok hoşlanmaktadırlar. Çocuklar, annenin kurduğu doğal çadırda uyurken, sevgi dolu karı koca, doğada sevişmekte, ilkbahar ve yaz güneşinin yeşil yapraklara türlü oyunlar oynadığı ışıltılı renkler arasında uzun yürüyüşler yapmaktadırlar! Günün birinde François, tesadüfen girdiği postanede çalışan Émilie’den çok hoşlanır! ‘Masum’ flört süreci, kısa sürede gizli bir aşk ilişkisine dönüşür! François, ‘mutluluğun’ artarak sürdüğünü fark eder! Hep birlikte mutludurlar işte! Mutluluk nedir ki?
Çekirdek ve kutsal aile üzerinden, Hristiyan ahlakı, öğretisi, batı medeniyeti, kadın, erkek ve gündelik yaşama acımasızca bakan Varda, bir röntgen filmi gerçekliğinde sunar gözlemini! Sınıfsal tespitler, gerçeklikle buluştuğu noktada değer kazanarak, 60’lı yılların ortasında, toplumun genel moral değerlerine bakmamızı, değer yargılarının hassaslığına dokunmamızı sağlar. Provokatif bir filmdir öte yandan “Mutluluk”. Agnès Varda, ilk renkli çalışmasında, içinden resim ve fotoğraf geçen laboratuvar gözlemini, sanata dönüştürür! Sarı, yeşil, kırmızı, mavi renklerin, elbiseler, duvarlar, masalar, çiçekler, ağaçlarla buluştuğu görsellik, yarattığı sahici ‘vintage’ etkiyi, zihne mıhlar adeta!
Aynı anda sevilen iki kişi, üçüncü şahıslar, aile, olanca ‘tınmaz’lığıyla süren hayat, duygular, bireysellik, kendi kurallarıyla ‘oynayan’ doğanın içinde devinen küçük insan… Mozart’ın ‘Adagio and Fugue in C minor – KV 546’ ve ‘Clarinet Quintet in A – KV 581’ eserleri eşliğinde sahici bir insan ruhu belgesi sunar Agnès Varda, yazıp yönettiği zamanın çok ötesine ait filminde! Jean-Cloude Drouot ile Marie-France Boyer’in başrolleri paylaştığı dramın gerçekliği tavan yapsın maksadıyla filmdeki ‘Chevalier’ ailesinin fertleri, Jean-Cloude Drouot’un gerçek ailesinden oluşturulmuştur. Aktörün gerçek eşi Claire Drouot ve iki çocuğu Olivier ile Sandrine, öyküdeki ‘Chevalier’ ailesinin diğer üyeleri olarak yansırlar perdeye! Masalsı gerçekliğin görüntülenmesinde adları olan ‘yeni dalga’nın önemli gözleri Claude Beausoleil (1929-1983) ve Jean Rabier’in (1927-2016) görüntü yönetimindeki ‘hayati’ katkılarını da anımsamak gerek hep! ‘Bu filmi ancak bir kadın bu denli güçlü çekebilir’ diye düşünebilir insan, izlediği bıçak sırtı ve meseleye dair ‘yaratıcı’ bütünlüğün ardından… Marangoz karakterden yola çıkışla, İsa Peygambere dek uzanan erkek miti ve Hristiyan ahlakının aile üzerinde yoğunlaşan tartışması, filmin yaratıldığı dönemin kıpır kıpır ruh haline uygun bir ‘kritik’ ortamı sağlar yapıma. Hissiyattan arınmış gibi görünen; buna karşılık sahici bir hissiyata sahip yalın ve gerçek anlatı, ödün vermez halini; acımasız finale dek korurken, sivri bir hançerle son darbeyi vurur yüreğimize! Birilerinin mutluluğu, diğerinin mutsuzluğuna eşdeğer midir? Salt bir anlamı olabilir mi mutluluğun? Nedir mutluluk?
Agnès Varda’nın anlatısının gerçeklikle buluştuğu sokaklarda, dönemin popüler Hollywood afişlerine rastlarız. William Wyler filmi “Dedective Story / Karakolda” ve Billy Wilder harikası “Irma la Douce / Sokak Kızı İrma”, öykünün geçtiği kasabanın sokak afişlerinde boy gösterirler. Kurmaca ile sahiciliğin buluştuğu anlardan bir kesit sunar Varda. Yalanlara ve avutmalara sırtını dönen, dürüst, insan zavallılığından oluşan doğal bütünlük içinde hakiki bir anlatıdır izlediğimiz. Yaz olduğu kadar sonbahar da vardır hayatta! Mutsuzluğun kışı bir de! Edip Cansever’in dizelerindeki sorular geçidi filmden sonra zihne takılıp kalakalır elde değil: ‘Zamanlar geçtikçe neden mutluluk mahzunluk oluyor fotoğraflarda acaba. Keder mi, acı mı, hüzün mü dünyanın rengi. Mahzunluk mu yoksa yaşam’… Cansever ile koyalım noktayı yine Varda’nın benzersiz ‘hayat bu!’ tespitine: ‘-Söyle be! ne zamandır burada bu gemi -Denizin değil hüznün üstünde. Belki yarın gidecek. Bir anı gelecek bir başka anının yerine. İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine.’
*Bu röportaj ilk olarak Yeni Tiyatro Dergisi – Yeni Sinema Dergisi’nde Ağustos – Eylül sayısında yayımlanmıştır.


