Görünüşüyle Ve Görüşüyle Direnen Kadınların Simgesi

Bazı kadın karakterler kendi kişisel hikayelerini yazarken, toplumsal bir direnişin ortasında bulur kendini. Erin Brockovich bu kadınlardan biri. Onun mücadelesi yalnızca bir çevre davasının değil; ciddiye alınmayan kadınların, görmezden gelinen annelerin, sesleri fazla çıkanların, eteği fazla kısa bulunanların mücadelesi aynı zamanda. Film, onun dışa dönük kararlılığını sahne sahne inşa ederken, biz izleyicilere asıl soruyu sessizce sorar: Bir kadın ne zaman gerçekten görünür olur?
Bu yazıda, Erin Brockovich’i bir dava kahramanı olarak değil, bir kadınlık biçimi, bir direniş formu ve düşünsel bir figür olarak ele alacağız. Filmin içinde sessiz kalan çatlaklardan geçerek, onun iç dünyasını, kırılma anlarını ve bedenle kurduğu politik dili kuramsal perspektiflerle birlikte anlamaya çalışacağız.
Yönetmen Steven Soderbergh’in Erin Brockovich filmi, gerçek bir yaşam öyküsüne dayanıyor, ancak klasik biyografi filmlerinin ötesine geçtiğini söylemek mümkün. 2000 yılında gösterime giren filmde başrolü üstlenen Julia Roberts’ın Erin performansıyla ‘En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazandığını da hatırlatmak isterim. Erin da Julia da mükemmel.
Film, işsiz ve üç çocuklu bir anne olan Erin’in sıradan görünen hayatında bir dosyayla başlayan adalet mücadelesini anlatıyor. Onun hikâyesi, Los Angeles banliyösünde başlıyor. İşsiz, üç çocuklu, öfkeli ama dimdik bir kadın… Bir araba kazası nedeniyle tanıştığı hukuk sistemine dahil oluyor birden. Avukat Ed Masry’nin yanında işe başlamasıyla birlikte Erin, bir enerji şirketinin (PG&E) çevre felaketini örtbas ettiğini fark ediyor ve yüzlerce insanın hakkını aramak üzere harekete geçiyor.
Erin duyarlı bir vatandaş, evet ama onun görünen kimliği sinema tarihinde pek az kadın karakterde görebileceğimiz kadar net ve bir o kadar da çelişkili: İddialı kıyafetler, mini etek, yüksek topuklar, iddialı makyaj ve sivri bir dil…
Bu görünürlük, sadece estetik bir tercih değil, onu tanıdıkça anlıyoruz ki aslında toplumsal bir meydan okuma. Erin, ciddiyetsizlikle suçlanmasına rağmen her seferinde daha derin bir sezgi, birikim ve içtenlikle ilerliyor. Kendiliğinden, kendi kendine…
İşte tam da bu nedenle, bu yazı, onun yalnızca ne yaptığına değil, nasıl var olduğuna odaklanıyor; görünüşü ve görüşleriyle direnen kadınları anlatıyor.

Erin’in mücadelesi, toplumun ‘saygın kadın’ tanımıyla başlıyor. Onun kıyafetleri, sesi ve beden dili bu tanıma pek uymuyor. Haliyle klasik algıları yerinden zıplatıyor. Algı ayarları bozulsa bile yargı kalıplarını değiştirmek zor. Saygınlık doğal bir hak olmasına rağmen, çoğu zaman onu kazanmanız gerekiyor! Hele de kadınsanız…
Öyle ya bir kadın ne zaman ciddiye alınır? Çok eğitimli olduğunda mı? Bir kadın ne zaman saygın olur? Az konuştuğunda mı? Bir kadın ne zaman değer kazanır? Ona biçilen rolleri harfi harfine uyguladığında mı?
Erin bu yargıları görünüşüyle, davranışıyla ve elbette inadıyla bozuyor.
Bu noktada Axel Honneth’in tanınma kuramı önemli bir perspektif sunuyor bize. Honneth’e göre, bireyler ancak başkalarının gözünde tanındıkça özsaygılarını inşa edebilir. Erin’in mücadelesi yalnızca bir şirketle değil; toplumun, iş yerinin, mahkemenin ve hatta sevdiklerinin onun “kim olduğunu” görmemesiyle ilgili aslında.
Öyle ki başlangıçta avukatlar, patronu, hatta sevgilisi dahi onu küçümsüyor. Ama onun esas talebi, sadece görünmek değil değerinin bilinmesi. Erin, saygı görmek istemiyor; zaten değerli olduğuna inanıyor ve bu hakkının teslim edilmesini istiyor. Bu bağlamda onun mücadelesinin bir tanınma talebine dönüştüğünü söyleyebiliriz, kişisel bir varoluş talebine.
Erin’in öfkesi rastlantısal değil, biraz içgüdüsel ama aynı zamanda bilinçli. O, sistemin steril ve soğuk iletişim yollarını değil, sokağın, yaşanmışlığın ve sezginin dilini konuşuyor. Hukuki terimleri bilmiyor olabilir, o dava dosyalarında yazanlardan çok insanların gözlerini okumakla ilgileniyor.
Tam da burada Judith Butler’ın toplumsal cinsiyetin performatifliği kuramı devreye giriyor. Butler’a göre cinsiyet sabit değil, toplumsal normlarla üretilen bir performans. Erin, klasik olarak erkeklere ait kabul edilen bilgi, otorite ve ciddiyet alanına “kadınca” giriyor. Mini eteğiyle, topuklu ayakkabılarıyla dava takibi yapıyor mesela…
‘Kadın gibi görünmenin’ ciddiyetsizlikle eşleştiği bir dünyada, o görünüşünü değiştirmeden otorite kuruyor. Bu, Butler’ın tanımladığı şekilde, toplumsal cinsiyet normlarını yeniden üretmek yerine onları içeriden bozuma uğratan bir davranış. Kadın gibi görünerek, kadın gibi hissederek ama eril dili sarsarak kurulan bir duruş. O sistemin kodlarını böyle kırıyor.
Filmin Türkiye’de “Tatlı Bela” ismiyle gösterilmesi konusuna tam burada değinebilirim; ancak kim bilir ne kaygılarla kendi kodlarını kırmakta zorlanan sinemacılara olan saygımdan dolayı haksızlık etmek de istemiyorum. Erin gibi empati yeteneğime sığınarak bu konuyu geçiştiriyorum.
Biz yine Erin’a dönelim: Karakterimiz öyle çok büyük, çok sarsıcı olaylarla değil; görünürde küçük ama derin etkiler yaratan kırılma anlarıyla inşa ediyor kendini. Mahkeme sahnesi mesela; sistemin onu yüzeysel yargılara göre dışladığı anlardan biri. Ciddiye alınmama haliyle çok sert yüzleşiyor. Dosyada bir çelişki fark edince, sezgiyle bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu gösteriyor bize Erin. Hasta aileleriyle empati kuruyor, bürokratik bilgilerden uzak bir şekilde.
George’la ilişkisi bile bir mücadele alanı gibi: Aşk ile bağımsızlık arasında yaşanan bir çatışma.
Tüm bunlar Erin’ı Erin yapıyor.
Desteklenmek. Adaleti sağlamak. Tanınmak. Takdir edilmek. Anneliği becermek. Kadınlığından taviz vermemek. Hepsi onu Erin yapıyor.
Bugün, “güçlü” ya da “güçlenmiş” kadın denilince akla gelen tip Erin’den çok daha farklı biri. Şimdilerde bize pazarlanan imaj; daha stilize edilmiş, her koşulda an’da kalan, soğukkanlılığını koruyan, çatışmaları zarafetle yöneten ve kırılganlığı olabildiğince gizleyen bir kadın. Ölçülü, denetimli, aşırı kontrollü.
Oysa Erin Brockovich bu kalıba sığmıyor. O, öfkelendiğinde bağırıyor, kırıldığında küfrediyor, çocuklarını tek başına büyütmeye çalışırken adaletin peşine düşüyor.
Bunları kesinlikle ne erkeksi davranarak ne de eril uzlaşmayı içselleştirerek yapmıyor. Aksine, görünürlüğünü bastırmıyor; yüksek topuklarıyla, mini eteğiyle, kahkahasıyla, öfkesiyle ve görüşleriyle kabul ettiriyor kendini.
Erin’in hikâyesi yalnızca yaşanmış ve beyaz perdeye aktarılmış bir kadının başarı öyküsü değil; düşünülmeye değer bir varoluş biçimi. Sahiciliğiyle, çelişkileriyle, isyanıyla ve inadıyla…
Erin bize şunu hatırlatıyor: Dünyayı -hadi minik dünyamızı diyelim- değiştirmek, önce kendi hikayemize inanmak ve ona sahip çıkmakla başlıyor.



