TÜRKİYE’DE 80’LERDEN 2000’LERE SETLERDE BÜYÜMEK
ALTUĞ KASAPBAŞOĞLU
Sinema ve televizyon dünyası için yeni gelişen teknoloji araçları bir tehdit mi yoksa yeni bir yaratıcı devrin başlangıcı mı?
Türkiye’de sette büyümek aslında biraz memur düzeninde başlayıp rock konserinde biten bir hayat gibi… Benim hikâyem de tam öyle. 1989’da TRT2’de işe girdiğimde ülkede iki yayın kanalı vardı; TRT1 ve TRT2. Bugün “sektör” dediğimiz şey o zaman iki kanalın arasında koşuşturan birkaç cesur insanın omuzunda duruyordu. Ben de o insanlardan biri olmaya çalışıyordum: Kameraman Haluk Göl’ün yanında kamera asistanı. Şimdi gençlere anlatınca masal gibi geliyor ama o zaman TRT’nin bize tahsis ettiği bir kırmızı Ford minibüsümüz vardı; bütün ekibin ofisi, deposu, servisi ve setteki çay ocağı oydu. İçine 1000 ve 500 watt’lık iki sarı kafa lamba, tahta tripod, Hitachi tüplü kamera, VPR5 kayıt cihazı, kayıt için iki adet bir inç bant, bir kulaklık, kablolar ve biz sığıyorduk. Bir minibüsün içinde koca bir televizyonculuk dönüyordu yani.
Setçiler Yeşilçam görmüş, hatta bazısı Yeşilçam’da rol bile almış insanlar… O ağır ve ince disiplinin son kuşağı. “Usta–çırak” lafını bugün motivasyon cümlesi gibi kullanıyorlar ama o zaman gerçek anlamıyla kan-ter gözyaşıydı. Ve güzeldi.
TRT’nin içinde boş günlerimiz olduğunda canlı yayın katına çıkar, bir şey çekiliyorsa seyreder, yoksa elime geçen her işe bulaşırdım. Hazırlık yapan set varsa omuz verirdim. Kamera odamızda eski siyah-beyaz resimleri belgesel programlarında kullanmak amacıyla kamerayla pan–tilt–zoom yaparak kayıt altına alırdık.500 watt’lık lambayı resme doğru yakar, “ışık yaptık” derdik. Şimdiki set gençlerinin hayal edemeyeceği kadar yavaş ama bir o kadar öğretici bir dönemdi.
Sonra Türkiye değişti. 90’larla birlikte Magic Box derken Star’ın doğuşuna tanıklık ettik; özel kanal furyası başladı. Bir anda kameraman popülasyonu arttı. TRT’deki o ağır, devlet kokan düzen yavaş yavaş yerini koşuşturmaya, prodüksiyona ve rekabete bıraktı. Ben de kendimi İmaj TV post prodüksiyon ve kamera kiralama şirketinin içinde buldum. Türkiye’ye yeni gelen Jimmy jib aletiyle burada tanıştım ve operatörü oldum. Med Yapım ile Cem Özer, Film Gibi, Sinan Çetin, Huysuz Virjin, Hülya Avşar Talk Show, İbo Show, Kim 500 Bin İster, Şahane Pazar…
Bir hafta gazete promosyon reklamları çekiyor, ertesi hafta konser peşinde koşuyor, güne sabah programında başlıyor, gece yarısı eğlence programıyla bitiriyorduk. Türkiye’nin televizyon hafızası resmen elimizin altında şekilleniyordu.
2000’lere geldiğimizde ise başka bir kapı açıldı: Sitcomlar. Set düzeni, ritmi, ışık estetiği tamamen değişmişti. Çekirdek Aile, Aslı ile Kerem, Dadı, Tatlı Hayat, Kadın İsterse, Kadın Severse… Televizyon artık bir fabrika gibi üretime geçmişti. O dönemde bir yandan da dünyanın en büyüklerinin konserlerini çekiyordum: Sting, Rolling Stones… Türkiye’de Tarkan, Sezen Aksu, Fahir Atakoğlu… Bir gün stadyum konserinde 15 kameralı rejili çekimde Jimmy jib kullanıyor, ertesi gün stüdyoda sitcom ışığı kurup kamera kullanıyordum. Şampiyonlar Ligi maçları, Fener Rum Patrikhanesi ayinleri Atina’ya yapılan canlı yayınlar, Anzak törenleri Avusturalya’ya yapılan canlı yayınlar… Bir kamera asistanı olarak başladığım yolculuk dünyanın her yerine savurdu.
Bugüne daha yakın dönemlerde ise sitcomların yeniden yükselişine denk geldik: Çocuklar Duymasın, Seksenler, Ayrılsak da Beraberiz… Ama diğer tarafta bir şey sessizce yok oldu: Talk showlar. Bir zamanlar Türkiye’nin haftalık ritmi olan format bugün neredeyse tamamen kayboldu. Aynı şey büyük eğlence programları için de geçerli; eskiden ülke televizyonla gülerdi, bugün haber programları ile endişeleniyor.

Ve bir gerçek daha var: Artık herkes “yönetmen”. Sosyal medya çekimleri çoğu gencin set okulu oldu. Bir telefonla hem kameraman, hem ışıkçı, hem yönetmen, hem kurgu, hem sesçi olmak mümkün. Bu kötü bir şey mi? Aslında değil. Yaratıcılık demokratikleşti. Ama profesyonel sektörde bir kırılma yarattığı da doğru. Bizim neslin 10 yılda öğrendiği birçok şeyi bugünkü gençler bir uygulamayla 10 dakikada görüyor. Fakat hâlâ arada büyük bir fark var: Set disiplini, ritim, ekip hiyerarşisi, kamera dili, ışığın karakteri, prodüksiyon aklı… Bunlar telefondan öğrenilmiyor.
Ben 80’lerin sonundan bugüne kadar Türkiye’nin medya düzeninin nasıl değiştiğini bir insanın kendi mesleki ömrü içinde gördüm. 90’larda iki kanal vardı; bugün iki yüz kanal var. 2000’lerde büyük stüdyolar vardı; bugün herkes kendi stüdyosunu cebinde taşıyor. 90’larda sokakta bir kameranın etrafına 30 kişi toplanırdı; bugün sokakta çocuk tek başına TikTok çekiyor. Belki de en büyük fark şu: Eskiden herkes bir işin ucundan tutar, bir şey birlikte inşa edilirdi. Bugün herkes kendi kanalının patronu.
Bunca değişimin içinde benim için değişmeyen şey tek oldu: Hikâye anlatma isteği. Kamera ister tüplü Hitachi olsun, ister sinema kamerası Alexa, ister telefon… Hikâye aynı kaldığı sürece görüntü yönetmeninin dili, içgüdüsü ve kararları değerini korur.
Tüm bunları yaşadıktan sonra bugün şunu merak ediyorum: Sosyal medya çağında herkesin hem kameraman, hem yönetmen hem de kurgucu olduğu bir dünyada, sizce bu hızlı dönüşüm bizim profesyonel sinema ve televizyon dünyamız için bir tehdit mi yoksa yeni bir yaratıcı devrin başlangıcı mı?



