Sinema yazarı Atilla Dorsay, peş peşe iki yeni kitap çıkardı. “50 Unutulmaz Film / Bir Daha” adlı eserinde Milliyet Sanat’taki sinema yazılarını bir araya getiren Dorsay, “Bir Kraliçeyle Dostluk ve Ayrılık Hikâyem” kitabında da Yeşilçam’ın ‘Sultan’ı Türkan Şoray’la dostluğunun nasıl sona erdiğini kaleme aldı. Atilla Dorsay’la hem bu kitapları hem de Şoray’la arasında geçenleri konuştuk…
Sizinle peş peşe yayınlanan iki yeni kitabınızı konuşacağız bu röportajımızda. “50 Unutulmaz Film / Bir Daha” ile başlayalım. Milliyet Sanat dergisindeki yazılarınızdan oluşan kitap serisinin üçüncü cildi bu, öyle değil mi?
– Evet… Yazılarım ayda bir çıkıyor Milliyet Sanat’ta. Demek ki yılda sadece 12 tane birikiyor. Yani bu kitaplardan bir tane çıkması için 4.5-5 yıl geçmesi gerekiyor. Ben Milliyet Sanat’a yazı vermeyi sürdürüyorum. Temmuz başında tatile gideceğiz, 2 ay yokum. Teorik olarak iki ay yazılarım çıkmayacak. Fakat ben iki, hatta üç klasik film izleyip izlenimlerimi yazdım ve onları şimdiden Milliyet Sanat’tan Müjde Işıl’a yolladım. Kendisi bu kitaptan da sorumlu bir anlamda.
Bu kitapta çok sevdiğim iki filmin de yer aldığını görünce çok mutlu oldum; Thomas Mann’ın romanından uyarlanan “Venedik’te Ölüm” ile “Frankie ve Johnny”. Çok fazla film izleyen bir sinema yazarısınız, bu seçkinizi hangi kriterlere göre oluşturuyorsunuz?
– Kriterden ziyade malzemem var. Türkiye’de kimsenin sahip olmadığı bir DVD arşivim var benim. Arşivime bakıyorum, aralarından biraz da aktüaliteye uyan filmleri seçiyorum. Böyle zengin bir arşiv, bu tür kitapları oluşturmak için çok gerekli bir şey. Çok şanslı bir insanım ben. Çünkü iyi şeylerin arşivini yaptım. Çok zengin bir arşiv; kitaplar, DVD’ler, CD’ler…
RÜYAM, ATİLLA DORSAY SANAT MÜZESİ AÇMAK
O arşivi meraklılarıyla, belki bir kurum vasıtasıyla paylaşmayı düşündünüz mü hiç?
– Düşündüğüm bir şey bu. Hatta bir ara İş Bankası’yla ciddi biçimde temasa geçmiştik, evimdeki bu arşivi onlara vermek için. Para karşılığında da değil, ismim geçsin yeter…
‘Atilla Dorsay Müzesi’ açılabilir aslında…
Evet, bir Atilla Dorsay Sanat Müzesi açılabilir. Kitaplar, CD’ler ve DVD’lerin yanında başka bir sürü hatıra da var. Dünyayı dolaştım. Çoğu zevkle seçilmiş kutular, eşyalar, tablolar… Neler neler var! Böyle bir müzeyi ben tercihen İş Bankası’yla yapmak istiyorum hâlâ. Bu rüyam bilmedi.
Olmayacak bir rüya değil… Bu kitap serisinin devamı gelecek, değil mi?
– En azından bir tane daha çıkacağına inanıyorum. Şimdi dördüncüsü oluyor yavaş yavaş. Ama beşinci için vaktim olacak mı, açıkçası bilmiyorum…
Diğer kitabınız “Bir Kraliçeyle Dostluk ve Ayrılık Hikâyem”, Profil Kitap tarafından yayınlandı. Bu eserde Türkan Şoray’la olan dostluğunuzu ve bu dostluğun nasıl bittiğini anlatıyorsunuz. Siz daha önce de Türkan Şoray’la ilgili bir kitap yazmıştınız; “Sümbül Sokağın Tutsak Kadını.” Sonrasında o kitabı tekrar yayımlama kararı aldınız ama sanatçıyla aranızda bir sorun oldu sanırım. Neler yaşandı tam olarak, o hikâyeyi dinleyebilir miyiz sizden?
– “Sümbül Sokağın Tutsak Kadını”, benim biyografi kitaplarımın başında gelen ve hatta tüm kitaplarımın içinde en çok baskı yapmış olan kitaptır. Dolayısıyla o kitap hakkında çok fazla bir şey söylemek istemiyorum artık. Şunu belirtmek lazım; Türkan Şoray hakkında başkaları da çok güzel kitaplar yazdılar. Ama Türkan Şoray benim hayatıma girmiş bir insan… O, ‘Dört Yapraklı Yonca’nın ilk film yapmışlarından biri. Aynı zamanda ‘Dört Yapraklı Yonca’nın hayatta olan ikisinden biri. Fatma Girik ve Filiz Akın vefat etti, Türkan Şoray’la Hülya Koçyiğit kaldı malum. Onların arasında da Türkan Şoray her şeye rağmen gerçek kraliçedir. Kitabımda geçtiği gibi; Türk halkının en çok sevdiği, en çok idol bildiği, en çok peşine düştüğü, filmlerine koşarak gittiği bir sanatçıdır. Yani Türkan Şoray’ı sevmemek, beğenmemek, ona karşı bir kitap yazmak benim aslında hiç düşünmediğim ve bundan sonra da düşünmeyeceğim bir şeydir. Ama ne oldu? Tuhaf bir şey oldu… Bu “Sümbül Sokağın Tutsak Kadını” kitabını Remzi Kitabevi’nden basmıştık. Remzi bunun yeni bir baskısını düşünmedi. Bunun üzerine ben başka bir arkadaşıma; Puslu Yayıncılık’ın sahibi Murat Bulut’a rica ettim. Fakat Türkan Şoray izin vermedi. Nasıl vermedi, niçin vermedi, bilmiyorum…
KİTAPTA BİR YERDEN SONRA AĞZIMI AÇTIM
Kendisiyle konuştunuz mu hiç bunun nedenini?
– Eşim Leman telefon etti. Türkan Hanım bize yıllar boyu devamlı gelip gitmiştir. Biz de onlara gitmişizdir. Leman’la dostturlar. Bir parça hesap sorar gibi yaptı Türkan Hanım’a. Türkan Hanım da dedi ki; “Hayır, ben başka bir kitap istemiyorum. Zaten ‘Sümbül Sokağın Tutsak Kadını’ kitabında benim onaylamadığım, hatalı şeyler vardı. Şimdi bunların tekrar ele alınmasını istemiyorum.” İşte bu benim sinirlerimi attırdı. Düşünebiliyor musun; benim ona karşı sevgimi o kadar belirttiğim bu kitap, aynı zamanda Türk sinema edebiyatında en çok satan kitap olmuş. Ve yıllar yıllar sonra bu kitaptan şikâyet ediyor, yeni bir baskı için bana hakkını vermiyor. Bu, kim olursa olsun herkesin çok kızacağı bir olaydır. Tamam, onlar yıldız, biz basınız. Onlar tepede duruyorlar, biz basın mensubu olarak onlara hayran bir biçimde dolaşıyoruz, ‘perestiş’ gösteriyoruz eski Türkçeyle. Ama ben, magazin mensubu hiç olmadım. Ben yıldızlara gerektiği gibi yaklaştım… Dolayısıyla, o andan itibaren Türkan Şoray’la aramızdaki ilişkinin koptuğunu hissettim. Onun için bu kitabı yazdım. Kitap, baştan aşağı Türkan Şoray’ı ayağının altına almıyor. Çok geniş bir kısmında Türkan Şoray hakkında daha önce yazdığım ama bir kitaba girmemiş veyahut unutulmuş yazıları aldım, çok samimi biçimde. Ama bir yerden sonra ağzımı açtım ve ona ne kadar kırgın, ne kadar dargın olduğumu yazdım. Buna kitabın adında da yer verdim.
BİR YERDE KARŞILAŞSAK KOŞAR SARILIR MIYIZ; SANMIYORUM!
Şu an aranız nasıl?
– Şu anda bir ilişkimiz yok. Uzun zamandır ne o beni aradı, ne ben onu aradım. Bir yerde karşılaşsak koşar sarılır mıyız birbirimize, “Aa merhaba canım” der miyiz; sanmıyorum… Tabii yıldızlar her şeye rağmen kendilerini beğenmiş insanlardır. Bunda da haklıdırlar, onu da söyleyeyim. Bunlar bütün bir milletin idolleridir, idealleridir, yıldızlarıdır. Hepsi birer manevi tahtın üzerinde otururlar. Biz ne oluyoruz onların yanında?
Umarım Türkan Hanım’ın fikri değişir ve yayınlanır kitabınız…
– Türkan Şoray’ın fanları, hayranları olduğu gibi Atilla Dorsay’ın da kendine özgü bir hayran kitlesi var. İkisini bir araya getirmeye çalıştım ben bu kitapta. Ben Türkan Şoray için yazdığım bir şiiri de aldım kitabıma…
YAZARLIĞIM VE EVLİLİĞİMBANA ALLAH’IN LÜTFU
Şimdi biraz değiştirelim konuyu… Çok uzun yıllardır aynı disiplinle yazmayı sürdürüyorsunuz. Bunun sırrını neye bağlıyorsunuz?
– Çok fazla dindar değilimdir ama Tanrı’nın bana karşı olan tavrına bağlıyorum. 86 yaşına gelip de hâlâ bu kadar sağlıklı olan, sabah akşam bilgisayar başında yazı yazan, her yıl bir-iki kitap çıkaran bir yazar olmam, sanki bana Tanrı’nın bir lütfu. Sanki bir yerlerde ilahi bir güç benim arkamda durdu. Hayatta başıma kötü şeyler de geldi tabii ama çok iyi şeyler de geldi…
Ne gibi?
– Mesela evliliğe inanmayan bir insandım ben, açık söyleyeyim. Evlenmeye hiç niyetim yoktu. Ama karşıma ceylan gibi bir esmer güzeli çıktı; Leman. Ona evlenme teklif ettim. Sonra pişman oldum. O kalktı Amerika’ya gitti. Gittim yalvardım. Kabul etti, evlendik. 53 yıl oldu evleneli. Bu bile Allah’ın bir lütfu. Buna inanıyorum Sayım. Bunlar önemli şeyler.
EŞİM LEMAN BANA BAKA BAKA KARARDI!
Sizin 70’i aşkın kitabınız var. Şimdi eşiniz Leman Hanım da kitap yazmaya başladı. Karı-koca kitap fuarlarında imza günleriniz oluyor hatta. Aranızda küçük bir yarış da başladı mı?
– (Gülüyor) Canım bir kere sayı bakımından kolay değil. Ama nasıl derler; kalite ile kantite farklı şeylerdir. Belki onun iki kitabı, neredeyse benim kitaplarımın yarısına eşit değerdedir…
70 kitabı olan bir yazarla evli olmak, yazar olmayı da beraberinde getiriyor sanırım. Sonuçta o kadar çok film izliyor ki sizinle birlikte…
– Buna bir atasözüyle cevap vereceğim. Türk atasözlerini çok seviyorum. Hatta yakın zamanda onlar hakkında bir kitap çıkarmak istiyorum. “Üzüm üzüme baka baka kararır.” Evde oturuyoruz, ben ha bire yazıyorum. Leman bana bakıyor. Seviyor, sevmiyor, bir parça kıskanıyor, bir parça takdir ediyor… Sonunda bana baka baka karardı. Zaten esmerdi, bir karalık daha geldi! (Gülüyor) Önce bir kitap, ardından ikinci kitap, bayağı ilgi gördü. Çünkü kadınlara seslenmesini biliyor.
Kadın haklarını savunan, bu alanda araştırmalar yapan bir isim…
– Çünkü Türkiye’de kadınların hepimizi mahveden sorunları var. Eziyet çekiyorlar, dayak yiyorlar, zalimce bir davranışa maruz kalıyorlar, öldürülüyorlar… Ve bu hiç bitmiyor.
NURİ BİLGE CEYLAN’I HEP ÖVDÜM AMA O BANA DOSTLUK GÖSTERMEDİ
Atilla Bey, zaman zaman yönetmenler tarafından eleştirildiğiniz de oldu. Bu konuda kırgın veya kızgın olduğunuz isimler var mı?
– Valla ben Türk yönetmenlerle genelde iyi geçinmeyi başardım. Ama bazıları, benim filmlerini çok beğenmediğimi hissederek bana karşı çıktı. Mesela eskilerden Sinan Çetin, bir türlü barışamadığım bir sinemacı oldu. Hiçbir zaman yıldızımız barışmadı. Yakın dönemden de bir örnek vereyim. “Benim Sevgili ‘6 Silahşörler’im” adlı bir kitabım çıktı yakın zamanda. Onların arasından Nuri Bilge Ceylan ne toplu çektirdiğimiz fotoğrafa katıldı ne de bana herhangi bir ilgi gösterdi. Niye? Halbuki onun filmlerini hep övmüşümdür. “Kış Uykusu”ndan başlayıp, “Bir Zamanlar Anadolu’da”ya kadar. Hayranlarımdan biriyimdir. Ama Nuri Bilge Ceylan bana karşı çok mütereddit davrandı. Hiçbir sevgi, dostluk göstermedi. Bir başyapıt yapsaydı yine ben öveceğim, onu da söyleyeyim.
Diğer yönetmenlerle aranız iyi ama değil mi?
– Semih Kaplanoğlu, Derviş Zaim, Zeki Demirkubuz; onlarla çok daha yakın ilişkilerim olmuştur. Hele Derviş Zaim’i yakın bir dost bilmişimdir. Karakterlerimiz daha çok uymuştur… Ben çok duygusal bir insanım, onu söyleyeyim. Filmlerin duygusal yanının güçlü olmasına hiç karşı çıkmam. “Aman efendim sanat filmi olsun, çok sert söylesin her şeyi” veyahut “Bir ideal savunsun”, hiç böyle şeyler demem. Her türlü filmi sevmişimdir sinemada. Dram, komedi, müzikal, korku filmi, aşk filmi, milliyetçi film vesaire vesaire. Ama yönetmenlerin bizimle ilişkileri bunların dışında oluyor tabii. Ben bazılarıyla çok yakınlaşabildim, işte birkaçıyla da yakınlaşamadım.
TÜRK FİLMİ YAZMIYORUM DİYE BANA ‘MR. DORSEY’ DİYORLARDI
Sinemanın hayatınızda büyük bir yeri var. Bu sevda nasıl başladı?
– Ben 1939’da İzmir’de doğdum. Annemle babam tarafından daha çocukken sinemaya götürüldüm. Orada bende uyanan sinema sevgisi sonraki yıllarda gelişti, gelişti, gelişti. Başka işler de yaptım. Mimar çıktım, mimarlık yaptım. Tercüman rehberlik yaptım, bu sayede bütün Anadolu’yu gezdim. Şunu yaptım, bunu yaptım ama sinema daima öne çıktı.
Sinema yazmaya ne zaman başladınız?
– 1966 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde başladım. Önceleri yabancı filmleri yazıyordum. Çünkü gazetedeki aslında sinema yazarı olmayan ama sinemayla yakın ilişkileri olan birtakım arkadaşlarım, Türk filmleri hakkındaki haberleri yüklenmişlerdi. Ama 1970 yılında Yılmaz Güney’in “Umut” filmini gördüm. O kadar etkiledi ki beni, oturup tak tak tak tak yazdım. O yıllarda öyle daktiloya geçip yazıyorduk. Ve o yazıyı gazeteye götürdüm, “Lütfen ‘Umut’ filmi için eleştiri babında benim yazımı kullanın” dedim. Kullandılar. Ve “Umut” filmi sayesinde ben Türk filmi konusunda da uzman oldum. Birçok kişi beni kolay kolay kabul etmedi aslında. Öyle ki benden “Mr. Dorsey” diye bahseden birtakım gazeteciler oldu. O zamanlar Amerika’da o zamanlar Jimmy ve Tommy Dorsey diye iki kardeş caz müzisyeni vardı, çok popülerdiler. Ben de Türk filmlerini yazmadığım için benden “Atilla Dorsey” diye bahsetmeye başladılar. Allah’tan mizahı sevdiğim için çok üstüne düşmedim. Ama dediğim gibi “Umut”tan itibaren bu “Mr. Dorsey”likten kurtuldum, “Bay Atilla Dorsay” oldum.