NİLGÜN KARATAŞ

Bir zamanlar gemicilerin rüyalarını süsleyen bir denizkızıydı; şimdi ise yaşlanmış, dışlanmış bir kadın. Evet, hem kendi kurgu hikâyesinde unutulmuş bir kadın hem de bizim hatıralarımızın kıyısında köşesinde kalmış biri o. Bugün size o kadını hatırlatacağım: Madam Hortense.
Yarım asırdan sonra bu karakter aklıma nasıl mı geldi? Şöyle ki, bu yıl Manavgat Belediyesi’nin ev sahipliğinde “Uluslararası Girit’ten Side’ye Kültür ve Lezzet Festivali” yapıldı ve orada Kazancakis’in ünlü romanı Zorba’dan, yönetmen Kakoyannis’in, uyarladığı kült film üzerine özel bir gösterim vardı. Önce filmi izledik, ardından değerli sinema ve kültür sanat yazarları Sayım Çınar, Mustafa İri, Kerem Akça’yı dinledik. Oldukça kapsamlı bir çözümleme yapılınca, ben de bu ay sinemanın hangi kadın karakteri üzerine yazacağımı bulmuş oldum. Çok da güzel oldu, belki onu unutmadığımızı göstererek bir nebze de olsa hakkını teslim edebiliriz.
Kısaca hatırlatayım; 1964 yapımı Zorba’dan söz edilince akla ilk olarak unutulmaz dans performansı gelir; gerçekten efsane bir sahne. Arada bir gülümsetse de dramatik bir film, hayatın sert gerçeklerini mitolojik göndermelerle beyaz perdeye taşıyor. Bir başyapıt. Roman, genç yazar Basil ile Zorba’nın Girit adasında bir maden işletmeye çalışmaları ve bu süreçte aralarında gelişen dostluk ilişkisi üzerine kuruluyor. Basil teorik bilgilerin içinde sıkışmışken, Zorba ona yaşamanın doğal coşkusunu öğretiyor.
Filmde Anthony Quinn ikonik Zorba karakterini, Alan Bates de yazar karakterini canlandırıyor. Kazancakis’in anlatımı, Kakoyannis’in uyarlaması hem mistik hem de felsefi derinlik taşıyor. Özellikle “cehalete” ilişkin yaptığı gerçekçi betimlemeleriyle hem roman hem de film olarak çok güçlü bir eser.
Bu filmin en hüzünlü karakterlerinden biri, yaşlı Madam Hortense. Bir zamanlar güzelliğiyle dört amirali kendisine aşık etmiş, bu güçlü askerleri etkileyebildiği için Giritliler’in savaşa girmesini engellemiş.
Terk edildiği bu küçücük köyde şimdi bir pansiyon işletmecisi ama hep yabancı, hep öteki.
Madam Hortense, sahneye adım attığı ilk anda bile kıyafeti, makyajı, abartılı jestleriyle geçmişin ihtişamını üzerinde taşıyan bir hayalet gibi. Eski bir kabare şarkıcısı olarak kendini tekrarlayıp duruyor. Bir zamanlar İstanbul, İskenderiye, Beyrut gibi şehirlerde yaşadığı aşklar ona
yalnızca romantik anılar değil, statü ve kimlik de kazandırmış. Bu ilişkiler, Hortense’in gözünde onu sıradanlıktan kurtarıp efsaneye dönüştürmüş, adeta bir tanrıça gibi hissettirmiş. Bir zamanlar… Şimdi ise her şey unutulmuş, sadece o hatırlıyor.
Madam Hortense’in trajedisini en iyi anlatan anlardan biri, Zorba’nın ona hediye ettiği resim. Resmin dört köşesine amiralleri, ortasına da bir yoldan çıkaran, kazaya sürükleyen ‘siren’lere benzetiyor. Bu resim müthiş bir ipucu; hem kadının gençlikteki cazibesine hem de yaşlandıkça uğradığı terk edilmişliğe güçlü bir göndermede bulunuyor.
Denizkızları, mitolojide arzunun ve tehlikenin simgesi. Hortense aşkla kutsanmış bir denizkızı iken, artık kimsenin duymak, görmek istemediği yaşlı bir kadın.
Zorba yalnızca bireyin varoluşsal sancılarını değil, ataerkil toplumun kadınlara yüklediği katı ve çelişkili rolleri de anlatıyor.
Madam Hortense’in hikâyesi, kadının gençliği ve güzelliği ölçüsünde değer gördüğü, zamanı dolduğunda ise toplumun gözünde “fazlalık” haline geldiği bir düzeni gözler önüne seriyor.
Bu bakış açısı, filmdeki genç dul kadının dramıyla daha da netleşiyor.
Dul kadın, köydeki tüm erkeklerin gizli ya da açık şekilde arzu nesnesi. Tam da bu nedenle ondan nefret ediliyor. Film, bu noktada kadına biçilen toplumsal rolün zalimliğini ifşa ediyor: Kadın, genç ve güzel olduğu sürece arzulanan ama bir yandan da korkulan bir ‘siren’ iken yaşlandığında ya da ‘dul’ kaldığında saygınlığını yitiren bir figür haline geliyor.
Madam Hortense ve dul kadının kaderi, aslında iki uçta aynı sistematik sorunun farklı tezahürleri olarak okunabilir. Biri geçmişteki, diğeri mevcut cazibesi yüzünden toplumdan dışlanıyor.
Zorba filmi -bence çok da bilinçli bir şekilde- patriyarkanın nasıl işlediğini gösterirken, Madam Hortense ve dul kadının öyküleri, zamanlar ve mekânlar ötesinde hâlâ süregelen bir adaletsizliğin sessiz çığlığına dönüşüyor. Bu iki karakter, zaman ve coğrafya değişse bile, kadının kaderinde çok az şeyin değiştiğini gösteriyor. Bu acımasız kader aynı zamanda insan onurunun nasıl zamanla un ufak edildiğinin de hikâyesi…
Zorba, Hortense’e özel olduğunu hissettiriyor. ‘Bouboulina’ diye şefkatle seslendiği bu kadını eğlendiriyor, nahif hayallerine eşlik ediyor. Yine de içtenliği tartışmalı. Genç yazar Basil ise kendi içsel mesafesi yüzünden gerçek bir empati kuramıyor. Zorba’nın mektubunu uyduruk cümlelerle okurken, onun gelin olma -onaylanma, kabul görme- hayallerini tetiklediğinde bile sadece o anı mı kurtarmaya çalışıyor.
Bu iki karakter Antik Yunan mitolojisindeki iki güçlü tanrısal figürü çağrıştırıyor: Zorba, hayatı içgüdüleriyle yaşayan, doğayla bütünleşmiş Dionysos. Dansı, kahkahası ve tutkularıyla, yaşamın vahşi ama yaratıcı tarafını temsil ediyor. Yazar ise akılcılığı, düşünceyi ve ölçülülüğü simgeliyor. O, adeta Apollon’un bir yansıması.
Zorba ve yazar bu zıtlıkları, hem bireysel çatışmaları hem de insan ruhunun kadim ikilemleriyle izleyiciye sunuyor: İçgüdü ile akıl, özgürlük ile düzen, yaşam tutkusu ile ölüm korkusu arasındaki çekişme…
Madam Hortense ise bu iki ilahi gücün ortasında duruyor. O artık ne Dionysos’un şehvetli coşkusuna ne de Apollon’un derin bilgeliğine sahip olmayan düşmüş tanrıça. Dört amiral ve iki tanrıya rağmen, Madam sonunda unutulmuş bir denizkızına dönüşüyor.
Köy halkı için ise Madam Hortense, yalnızca yaşlı ve saf bir kadın. Bu düşmüş tanrıçanın ölümü bile, merhamet duygusu uyandırmıyor köyde. Mallarına el koymak için kapısında bekleşen köylüler, insanlık tarihinin utançlarından birini sergiliyor: Yağma.
Madam Hortense öylesine sahici, öylesine dokunaklı ki, karakteri canlandıran Lila Kedrova, bu performansıyla 1965 yılında ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar’ını kazanmış. Kedrova’nın oyunculuğu, Hortense’in içindeki denizkızını hem gülünç hem de yürek burkan bir incelikle beyaz perdeye taşımış. Bu ödülü, Hortense’in temsil ettiği evrensel ve zamansız kadın hikâyesinin bir karşılığı olarak kabul edebiliriz.
Evrensel ve zamansız, çünkü; Madam Hortense bireysel yıkımla birlikte erkek egemen sistemlerin kadınları nasıl metalaştırdığını hatırlatıyor bize. Aslında zamana karşı güzelliğin yitimi değil, insan onurunun kaybedilmesinin trajedisi. Dört amiral, onlarca beyefendi ve iki tanrı giriyor bu kadının hayatına. Bu erkekler üzerinden ona verilen “değer” ise geçici, asla saygınlığa dönüşmüyor.
“Denizkızı” benzetmesiyle, cazibesi uğruna yüzyıllardır korkulan ve sonra yok sayılan kadın figürünün Madam’da vücut bulduğunu söyleyebiliriz. Madam Hortense sesini kaybetmiş bir siren gibi… Ne çağıracak bir gemi kalmış artık ne de ona kulak verecek bir denizci. Ancak onun hüzünlü çığlığı, zamanın ötesine ulaşıyor ve bize hâlâ çok şey anlatıyor.


H. Nilgün Karataş
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden “gazetecilik yapmayacağım” diyerek mezun oldum ve yıllarca Milliyet, Dünya, Günaydın, Akşam, BusinessWeek Dergisi, Para Dergisi ve Hürriyet Gazetesi’nde “çok severek” çalıştım. Uzmanlık alanım ekonomi gazeteciliği olmasına karşın kitaplar ve filmler beni her zaman büyüledi, hayatı onlar üzerinden çözümlemeyi sevdim. Hep yazdım, çok yazdım; ilk yayımlanan romanım Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar oldu, Halen Suare Dergi, Bianet, Distopya ve Yeni Sinema Dergisi için yazarken öykü, roman ve senaryo çalışmalarımı da sürdürüyorum. Bu arada ikinci üniversite olarak İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe Bölümü öğrencisiyim.


