“Gerçek dediğimiz şey, belki de en büyük hayaldir.”
Nazlı Eray
İstanbul’un kalabalık sokaklarında, Boğaz’ın sisine karışan düşler kadar eski bir kadın yazar: Nazlı Eray. Türkiye edebiyatının kendine özgü, hayal gücüyle örülü sesi. Onun kaleminden süzülen kelimeler, rüyalarla uyanıklık arasında ince bir çizgi çizer. Peki, kimdir bu düşlerin yazarı? Gerçekle kurmacayı, yaşanmışlıkla hayali büyülü bir ustalıkla iç içe geçiren bu kadın kimdir?
Nazlı Eray, 28 Haziran 1945’te Ankara’da dünyaya geldi. Çocukluğu, Ankara’nın gri sokaklarında ama renkli bir iç dünyada geçti. Edebiyata olan ilgisi küçük yaşlarda başladı. Babasının diplomat oluşu sayesinde farklı kültürlerle erken tanıştı; bu da onun evrensel duyarlığını ve sınır tanımayan hayal dünyasını besledi.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girmişse de, kalbinin sesini dinleyerek hukukla vedalaştı. Gazetecilik yaptı, çevirilerle uğraştı. Fakat onu asıl tanıtan, 1960’lı yılların sonunda yazmaya başladığı öyküler oldu. İlk kitabı Ah Bayım Ah1975’te yayımlandığında, edebiyat dünyasında alışılmışın dışında bir ses duyuldu: Kadınların, sırların, hayallerin ve zamanın iç içe geçtiği, masalsı ama tok bir ses.
Nazlı Eray’ın edebiyatı, sadece bir hikâye anlatma çabası değil; aynı zamanda gerçekliğin sınırlarını sorgulayan bir bilinç hâlidir. O, Latin Amerika’da Gabriel García Márquez’in, Avrupa’da Franz Kafka’nın yaptığı şeyi Türkiye’de yapmıştır: Gerçeği büyüyle bezemek, düşle sarmak, okuru alışılmış dünyadan başka bir evrene davet etmek.
Kimi eleştirmenler onun tarzını “fantastik”, kimileri “masalsı” olarak tanımlar. Fakat en doğru terim belki de büyülü gerçekçiliktir. Rüyalar, ölüler, hayaletler, zaman yolculukları, tarihten fırlayıp gelen karakterler, hepsi Nazlı Eray’ın metinlerinde tıpkı komşumuz gibi sıradanlaşır.
Yazarın metinlerinde en belirgin özelliklerden biri de biyografiyle kurgu arasındaki geçirgenliktir. Kendi hayatından, tanıklıklarından ve duygularından yola çıkarak yazdığı romanlar, edebiyat ile yaşamın nasıl iç içe geçebileceğini gösterir. Ay Falcısı, Aşk Artık Burada Oturmuyor, Monte Kristo ve son dönem eserlerinden Hayatımın Müsveddesi, bu açıdan otobiyografik kırılmalarla doludur.
Hayatımın Müsveddesi adlı romanı, yazarın hem geçmişle hem de kendi iç sesiyle hesaplaştığı, edebiyatını yeniden kurduğu metinlerden biridir. Orada artık yalnızca bir anlatıcı değil, aynı zamanda hatırlayan, unutan, özleyen ve yaşlanan bir kadın vardır.
Nazlı Eray, yalnızca düşlerin yazarı değil; aynı zamanda Türk edebiyatında kadın bakışının öncülerinden biridir. Onun kadın karakterleri, ezilmeden, karanlığa gömülmeden, kendi yollarını çizen; aşkı, ölümü, hayali ve hayatı cesurca yaşayan karakterlerdir. Kadınlığı sadece bir toplumsal kimlik olarak değil, varoluşsal bir arayış olarak işleyen bir yazardır.
Bu bakımdan, onun edebi evreni feminist bir bilinçle de örülüdür. Kadınlar onun metinlerinde özneleşir, kendi arzularının, rüyalarının, geçmişlerinin peşinden giderler. Eray’ın yazısı, erkek merkezli anlatılara karşı bir tür karşı-anlatıdır.
Yazarlık serüveni boyunca pek çok ödüle layık görülen Eray, aynı zamanda Türkiye PEN Yazarlar Derneği’nin de kurucularındandır. Eserleri yabancı dillere çevrilmiş, yurtdışında da ilgiyle okunmuştur.
Ama belki de onun en büyük başarısı, yıllardır aynı tutkuyla yazmayı sürdürmesidir. Nazlı Eray, ne modaya uymuş ne edebiyatın ticari rüzgârlarına kapılmıştır. Her daim kendi düşlerinin peşinden gitmiştir.
Nazlı Eray’ı okumak, bir pencere açmak gibidir. O pencerenin ardında tarih de vardır, zamanın kırıkları da, ölüler, hayaletler, kediler, büyüler, eski evler, Ankara’nın gri sokakları, İstanbul’un sisli yamaçları… Ve elbette, rüyasında hayatın hakikatine dokunan bir kadın: Nazlı Eray.
Onu yalnızca bir yazar olarak değil, aynı zamanda bir düş gezgini, bir zaman yolcusu, bir hafıza kâşifi olarak düşünmek gerek.
Çünkü o, bir edebiyatçıdan fazlasıdır. Nazlı Eray, kurduğu büyülü evrenle Türk edebiyatının iç sesidir.