Melis Melek
“İstediğim” dedi Joyce, “Dublin’in öyle eksiksiz bir resmini çizmek ki,
eğer bir gün bu şehir aniden yeryüzünden silinirse
kitaplarımdan yeniden inşa edilebilsin.”
(Frank Budgen, James Joyce ve Ulysses’in Yapılışı)
Bir yazar sadece 22 yaşına kadar yaşayabildiği bir şehirle anılmayı nasıl başarır? Elbette düşlerinde o şehirde gezerek ve uyandığında bunu ustalıkla yazarak. Sizi James Jones’un eşliğinde Dublin’de bir günlük gezintiye çıkarmadan önce, bu şehirle tanıştığım ilk geziden söz etmek istiyorum.
Anılar ve Ulysses’ten alıntılar eşliğinde gideceğiz oraya. Çünkü bazı şeyler birdenbire oldu sanırız ama aslında öyle olmaz. Öncesi vardır mutlaka. O yüzden anlatmaya 2012 yılından başlayacağım. Dönemin Başbakanı Enda Kerry tarafından desteklenen, İrlanda eğitimini yurtdışında güçlendirmeyi amaçlayan Marketing English in Ireland (MEI) tarafından farklı ülkelerden davet edilen yüzlerce eğitimciden biriydim. Son anda gitmeye karar verip cuma akşamı çarçabuk hazırladığım küçücük bir bavulla, o zamanlar Yeşilköy’de olan Atatürk Havalimanı’na gitsem de o gece uçamadım. Uçuş biletimde bir harf hatası yapılmıştı, şu olmuştu, bu olmuştu derken uçuşu kaçırdım. Standart yaşanabilir bir havaalanı hikayesi olduğu için dert etmedim ama her saat başı İrlanda uçuşu da yok. Bir sonraki uçuş cumartesi sabahı. Eve geri dönmek olmaz, en iyisi havalimanında vakit geçirmek.
Nihayet sabahın 6’sında uçtum, üç buçuk saatlik uçuştan sonra yine sabahın köründe Dublin’e indim. Elimde danışma masasından aldığım bir harita, sağlamcıyımdır ben; tarifle yetinmedim otelime en yakın durağı, otobüsün numarasına kadar yazdırdım haritanın üstüne. Havalimanından Dublin şehir merkezine giden belediye otobüsüne bindim, Türk usulü şoförden rica ettim:
“Beni şu durakta indirir misiniz lütfen?”
“Valizini şuraya bırak, ilerle, insanlara sor, sana yardımcı olacaklardır” dedi. Hiç itiraz etmeden dediğini yaptım.
Bu muhabbete kulak misafirliği yapan otobüs yolcuları beni bekliyorlarmış gibi bir etrafımı sarıp, sorulara başladılar: Nerden geldin, niye geldin, nereye gideceksin, kaç gün kalacaksın? Derken haritayı elimden aldılar, adresimi buldular, biri de yerini verdi, beni oturttular. Sonra konuşmanın öznesi ben olmaktan çıktım, birbirleriyle sohbet etmeye başladılar. Biri Türkiye’ye 3 kere gitmiş ama İstanbul’u hala görmemiş, gencin biri Antalya’da bir yaz animatörlük yapmış. Bir diğeri Sultanahmet’in derileri muhteşem, diyor, diğeri 1986 yılına ait İstanbul anılarını anlatıyor.
Şaşkınlığımı düşünün. Onca yoldan sonra buraya uymuyor mu bu alıntı?
Her hayat bir sürü günden oluşur, gün be gün. Kendi içimizde yürüyüp giderken hırsızlara, hayaletlere, canavarlara, ihtiyarlara, delikanlılara, karılarımıza, dullara, âşık kardeşlere denk geliriz ama denk geldiğimiz hep kendi kendimizizdir aslında.
İçine düştüğüm sohbeti şaşkınlıkla dinlerken ileri yaşlarda bir karı koca yaklaştı yanıma.
“Biz de sizin gideceğiniz otelde kalıyoruz, beraber ineceğiz, size yardımcı olacağız” dedikleri an onların hikayesine geçiş yaptım. Hanımefendinin ataları İrlanda’dan göçmüş Amerikalıymış. Ölmeden İrlanda’yı görmek istemiş, emekli olduklarında kocasıyla beraber kendilerine 3 aylık İrlanda’da yaşam hediye etmişler. Ne güzel. Sonra üçümüz herkesle tek tek vedalaşarak, otobüsten indik. Otelimiz 5 dakikalık yürüme mesafesinde. Resepsiyona beni teslim edip odalarına çıkan çifti bir daha göremedim, çünkü otel benim için yatmadan yatmaya geldiğim, tertemiz mis gibi bir yatak, sıcacık bir banyo demek. Valizi odaya koyar koymaz dışarı attım kendimi. Buluşacağım eğitimci grubunu 10 dakika arayla kaçırmışım. Sorun değil, Dublin küçük bir şehir, nasılsa bulurum benim grubu diyerek, otele en yakın bir kafede bir mola verdim kendime.
Kısa bir süre sonra yetmişlerinde tatlı bir bey geldi; “Masanıza oturabilir miyim?”
Bütün masalar boş! Belli ki canı konuşmak istiyor. Belli ki çok konuşkan bu Dublinliler. Sonra aynı sorular; nerden geldin, niye geldin, niçin geldin, ne iş yapıyorsun, ne kadar kalacaksın? Sohbeti koyulaştırmıştık ki bir aydınlanma yaşadım.
Bir tebessümde nice anlamlar gizlidir.
“Siz oturun, ben 5 dakikaya otele gidip geliyorum” dedim. Aklımdaki soruyu resepsiyoniste sormam lazımdı: “Benim için size bir not bıraktılar mı?”
Yaptığım onca sohbetten sonra anladım ki Dublinliler, soru sorarak anlaşıyor, sormadan bir şey söylemiyorlar!
“Evet” dedi resepsiyonist, “Size bugünkü planı bıraktılar.”
Saat 10:00. Programa göre şu an Guiness Bira Fabrikası’na doğru gidiyorlar. Uzak bir yer değil. Subway’de bekleyen beyefendiye dedim ki; “Beni Guiness Bira Fabrikası’na götürebilir misin?”
“Ben senin kadar hızlı yürüyemem” dedi yaşlı adam, aklına bir şey gelmiş gibi de ekledi: “Bekle.”
Telefon açtı, birini çağırdı; gelen delikanlı torunuymuş, beni ona emanet edip, yolcu etti. Torun beni fabrikanın kapısına kadar götürdü. Teşekkür etmek istiyorum ama nasıl? Aklıma para vermek geldi, genç ya harçlık olur. Çocuk bana ne kadar ayıp ettiğimi söyleyince, utandım tabi… Kaldığım süre boyunca hep onlarla karşılaşmayı umdum, olmadı; bu tatlı dede ve kibar torunu benim için hoş bir anıya dönüştüler.
İrlanda’ya ilk gelişi olan her turist gibi bira yapımı öğrenmeye götürülen grubumu buldum, eğitimlere katıldım, biramı yaptım, sertifikamı aldım. Sonraki günler boyunca da bol bol gezdik. Dublin, Limerick, Cork, Waterford… Birçok şehir gezdirdiler bize, okulları, üniversiteleri ziyaret ettik. İrlanda’ya gitmişken görülmesi gereken neresi varsa gördük. İrlanda ve Türkler’in tarihi kardeşlik hikayesini dinledik. 20 farklı ülkeden gelen, 300 katılımcı olarak Drogheda şehrinin bayrağının neden hilal ve yıldız olduğunu ögrendik. TV’lere çıktık, basın bizlerle röportajlar yaptı. Kırmızı halılar serdiler önümüze. İrlanda biz, eğitimcileri önemsiyordu. Onlar da İngiltere gibi İngilizce dilini dış dünyaya satmak, ekonomilerini canlandırmak, haliyle eğitimcilerin gençlere İrlanda’yı sevdirebilmesi için önce bize sevdirmek istiyorlardı. Etkili de oldu; İrlanda’yı sevmiştim.
“Öğrenmek için kişinin alçakgönüllü olması gerekir. Ama hayat büyük bir öğretmendir.”
Bu gezinin ardından İrlanda’ya olan ilgim arttı, araştırmaya, okumaya başladım; bu da bu ülkeye tekrar gitmek istediğim anlamına geliyordu. O sıra fark ettim ki, İrlanda’nın doğal güzellikleri, kültürü, müziği, dansı, mitolojisi kadar edebiyatı da meşhur. Samuel Beckett, Oscar Wilde ve daha birçok Nobel ödüllü edebiyatçıları var. Ancak onlardan özür dileyerek, en çok etkilendiğim kişiden söz etmek istiyorum: James Joyce.
Bilmiyordum. Dünyanın en büyük yazarlarından biri, efsanevi Ulysses romanının yazarı Joyce meğer Dublinliymiş! Meğer o yürüdüğüm, gezdiğim, kahvemi, biramı içtiğim O’Connell Street ve Grafton Street’de 1904 yılına kadar James Joyce geziyormuş. Görülmeden dönülmez diye götürdükleri Davy Byrne’s Pub’t her akşam yemeğini yiyormuş. Hatta limon kokulu sabun satın aldığımız Sweny’s Pharmacy’nin kurucusu James Joyce’un eczacı arkadaşıymış. Rehberlerimiz muhtemelen bunlardan söz etmiş olmalıydı, dinlememişim. Hem de hazırlıksız gitmiştim.
Dublin’e tekrar gitmeye kararlıydım; insanlarını sevmiştim her şeyden önce: Çok konuşkan, çok haraketli görünen o insanların içindeki sükûnet beni etkilemişti. Şehir çok eğlenceliydi, bir o kadar da sakin bir yaşam sürüyordu insanlar. Oysa İstanbul gibi büyükşehirlerde yaşayan bizler, sakinleşmeyi ileri yaşlara erteleyip, sükûneti Ege’nin, Akdeniz’in bir köyüne yerleşmekte arıyoruz. Dublin bu açıdan ilginç gelmişti bana; huzur vadeden bir büyükşehir, bir de James Joyce gibi bir edebiyatçısı vardı.
Ben. Ve şimdi ben.
Dublin’e ikinci gidişimde, şehri yazarın izinden gezmek, onun gözünden görmek istiyordum. 1882 yılında bu şehirde doğmuş James Joyce’un Dublin’ini tam 121 yıl sonra onun adımlarıyla dolaşmayı başardım. İkinci Dublin seyahatimi bu kez kendi kendime organize ettim; bilinçli bir turist olarak gezimi Bloomsday etkinliklerine denk getirdim.
Bloomsday, James Joyce’un anıldığı, Ulysses eserinin kutlandığı, kurmaca bir karaktere adanmış bir edebiyat günü. Festivale dönüşmüş ama en önemli günü 16 Haziran. Çünkü Ulysses’te tüm olaylar 16 Haziran 1904 gününde geçiyor, tek bir günde. Bloomsday o günün bir canlandırması diyebiliriz. O gün 1904’ün 16 Haziran’ın da olduğu gibi Edwardian Dönem giysileriyle dolaşanlar, Ulysses’ten bölümler okuyanlar görebilirsiniz etrafta. İşte sizi tam da o gün Dublin’de gezintiye çıkarmak istiyorum.
Düşünce, düşüncenin düşüncesidir.
Gezintiye çıkmadan önce son bir bilgi daha: James Joyce’un Dublin’i diyorum ya yazımın girişindeki satırları biraz detaylandırmam gerekir. Joyce, Dublin’i 22 yaşında terk etmiş, ülkesinde bireysel özgürlüğünün kısıtlandığını düşürerek kendini “gönüllü bir sürgüne mahkum” etmiş. Çünkü Katolik kilise baskısının, muhafazakarlığın ve yükselen milliyetçiliğin bireysel ve sanatsal özgürlüğünü kısıtladığını düşünmüş.
Joyce’un bu konuda ne kadar haklı olduğunu gösteren hüzünlü bir hikayesi de var. Genç James ilk büyük eseri olan Dublinliler’i (Dubliners) yazmış ama Dublin’deki yayınevleri sansür korkusuyla basmaya yanaşmamış. Ve bu eser ancak 9 yıl sonra Londra’daki Grant Richard yayınevi tarafından basılmış. Joyce’un başyapıtı Ulysses, Dublin’de geçmesine rağmen Paris’teki Shakespeare and Company tarafından basılmış, ABD, İngiltere ve İrlanda’da yasaklanmış. Bu eserin yazarın kendi ülkesinde yayımlanması 1930’ları bulmuş. Diğer eserlerinin hikayesi de buna benzer, ne yazık ki James Joyce kendi ülkesinde sansürlenmiş, anlaşılamamış, şimdi çok seviliyor olsa da… Bu süreçte birkaç kez Dublin’i ziyaret etmiş Joyce, ancak 58 yıllık hayatının 36 yılını başta ülkelerde geçirmiş, halen mezarının bulunduğu Zürih’te hayatını kaybetmiş. Ama hep Dublin’i yazmış, düşlerini süsleyen şehirde romanlarıyla yaşamış.
Joyce’un bu hüzünlü hikayesi, Dublinliler’in kederi ve neşeyi aynı bünyede nasıl barındırdıklarını anlamamı sağlıyor sanki…
Şimdi tüm bunları bilerek, James Joyce’un ayak izlerini takip ederek bir Bloomsday zamanında Dublin’i gezelim mi? Joyce’un düşlerini düşüncelerimize dönüştürerek.
Eccles Street No: 7’de Bloom’la uyanmak
16 Haziran. Ulysses’in ana karakteri Leopold Bloom, bugüne bu adreste uyanıyor. Joyce kitabında Bloom’un sabah kahvaltısını, evden çıkışını ve şehre karışmasını en küçük detaylarına kadar anlatıyor. Herhangi bir 16 Haziran’da Eccles Street’te yürürken Leopold’un oralarda bir yerde gezindiğini hayal etmek mümkün. Ne yazık ki orijinal ev artık yok. Sadece Joyce adına adanmış bir plaket var. Yine de hem bir edebi karakterle hem de usta bir yazarla farklı zamanlarda aynı kaldırımlarda yürümek değişik bir duygu. Hatta bir nevi duygu kardeşliği. Ben oradayken etrafımda benzer duyguları yaşadığımızı düşündüğüm yüzlerce kişi vardı. Siz de eminim yalnız olmayacaksınız.
O’Connell Street’deki ‘Kibirli Piç’
Dublin’in ana arterlerinden biri olan O’Connell Street, Joyce’un eserlerinde çok sık geçiyor. İnsanlar, sesler, gürültüler. O’Connels Caddesi’nin kesiştiği North Earl Caddesi’nde James Joyce’nin bir heykeli de var. Heykelin dikiliş amacı, Dublin’i dünyaya tanıtan kişi olarak James Joyse’u onurlandırmak. Ancak heykelde James Joyce, burnu havaya bakar şekilde gösterildiği için birileri bu heykelin adını ‘’kibirli piç’’ koymuş, millet de sevmiş. Neyse gün güzel; Bloomsday’de Dublinliler eğleniyor, bu etkinlik için dünyanın her bir yerinden gelmiş benim gibi on binlerce James Joyce sever ise bu heykelle fotoğraf çektirmek için yarış halinde.
Daha sonra tekrar gidip gezdiğim O’Conell’da bugün bir de The Spire adında iğne şeklinde 120 metre bir anıt bulunduğunu da söyleyeyim. Dünyanın en uzun anıtıymış. 2003’te tamamlanmış modern bir ışık anıtı. Dublinliler arasında epey tartışma konusu olmuş ama bir turist olarak, bu ışık anıt sayesinde Dublin şehir merkezinde kaybolmanız asla mümkün olmuyor. Hatta arkadaşlarınızla buluşma noktası görevi de görüyor.
Davy Byrne’s Pub’da sandviç ve şarap molası
Leopold Bloom’un Ulysses’te öğle yemeği için uğradığı bu meyhane, edebiyat tarihinin en ikonik mekânlarından biri. Adres, 21 Duke Street. Davy Byrne’s Pub’da Bloom, öğle yemeğinde bir peynirli sandviç ve bir bardak beyaz şarap sipariş ediyor. Ben de aynısını yapıyorum. Sandviç yiyerek pencereden dışarı bakıyorum; düşüncelerimizle 121 yıl önceki bir güne ışınlanmak mümkün nasılsa.
Sweny’s Pharmacy’de sabun kokulu edebiyat
Eski Dublin’i tam anlamıyla hissettiren yerlerden biri. Ulysses’te Bloom’un limon kokulu sabun aldığı bu eczane. Bugün bir edebiyat mekânına dönüşmüş. İyi de yapmışlar. Şu an burada Joyce’un eserlerinden bölümler okunuyor. Yazarın dünyasına adım atmak isteyenler için kapıları hep daim açık. Yine ama bu kez bilinçli bir tüketici olarak limonlu sabunu alıyorum, bu kez daha farklı kokuyor sanki; edebiyatın ya da geçmişin kokusu bu olabilir mi?
Sandycove’da Dedalus’un uyanışı
Sandycove yani Martello Kulesi; bugünkü adı James Joyce Tower & Museum. Dublin’in hemen dışında bir kule. Aslında güne buradan mı başlamak gerekirdi? Çünkü roman burada başlıyor; Stephen Dedalus bu taş kulede bir sabaha uyanıyor. Zamanında Joyce da bu kulede birkaç gece geçirmiş, birkaç sabaha uyanmış. Dedalus böyle doğmuş olmalı. Dedalus için James Joyce’un edebi alt benliği diyorlar. Yazarın daha önceki eserlerinde de bir şekilde varmış bu kahraman. Bugün bu kule müze olmuş, çok da iyi olmuş. Bu sayede Dedalus’un ayak bastığı taşlara ayak basabilir, onun baktığı pencereden dışarı bakıp denizi dalgalandığını görebilirsiniz. Bu biraz da James Joyce’un zihninde dolaşmak gibi.
Trinity College Dublin ve Long Room
Köklü bir okul olan Trinity College’ın ünü edebiyat dünyasına epey değerli isim kazandırmış olması. Oscar Wilde, Samuel Beckett, Bram Stoker ve daha niceleri bu okulun mezunları arasındaymış. Ama James Joyce değil. Peki biz neden buradayız? Çünkü, romanın değil ama Dublin’in edebi belleğinin merkezi denilebilecek bir yer ve müthiş bir kütüphanesi var. Kolejin kütüphanesi Long Room bir nevi hafıza. 1700’lerin başında inşa edilen bu uzun oda kitaplarla dolu rafları kadar içindeki büstlerle de oldukça etkileyici. Bugün Joyce adının yaşatıldığı mekanlardan biri.
National Library of Ireland’ın büyüsü
Kesinlikle gitmişken görmeden dönülmeyecek bir yer: Ulusal İrlanda Kütüphanesi. National Library of Ireland 1877’de kurulmuş, denildiğine göre James Joyce’un en çok vakit geçirdiği yerlerden biriymiş. Joyce’un okuma alışkanlıklarını, araştırmalarını şekillendiren mekân burasıymış. Ulysses’te Dedalus bu kütüphaneye gidiyor. Romanın 9. bölümü olan “Scylla and Charybdis” bölümünde Dedalus; Shakespeare, Hamlet, baba-oğul ilişkileri üzerine fikir yürütüyor, işte o bölümlerin kaynağı burası. James Joyce, bu kütüphanenin içini öyle ayrıntılı anlatıyor ki romanda okurken bile kendinizi buranın mermer koridorlarında yürüyormuş gibi hissedebilirsiniz. Gördüğünüzde ise kesinlikle büyüleneceksiniz. İçerisi inanılmaz bir güzellik.
Glasnevin Mezarlığı’nda Hades ile yüzleşmek
Birçok ülkede olduğu gibi Dublin’de de gezi rotanıza bir mezarlık eklenmesi mümkün. Glasnevin Mezarlığı, Joyce’un babasının gömülü olduğu yer, kendisi Zürih’te. Tüm ölülerin ruhlarına rahmet okusam da bu mezarlığı asıl ziyaret etme nedenim, Leopold Bloom’un arkadaşının cenazesi için buraya gitmesi ve romanın ünlü 6. bölümü Hades’in tam da burayı anlatması. Dublin’in cenaze kültürünün yanı sıra kahramanımız Bloom bu bölümde, Glasnevin’e giderken yaşam, ölüm, ruh, beden, aile, yalnızlık gibi türlü düşüncelere dalıyor. Benzer hislere kapılmak olası…
Yoruldunuz mu? Yoğun geçen bir Bloomsday’in sonunda romandan çok yıllar sonra uydurulmuş, “The Bloom” kokteyli ile günü noktalayabilirsiniz. İrlanda viskisiyle yapılan bu kokteyli öğlen gittiğimiz Davy Byrne’s Pub’da, Bloomsday etkinlikleri sırasında pek popüler olan The Long Hall Pub’da ya da meşhur Temple Bar’da ve civarında bir yerde içebilirsiniz. Nereye giderseniz gidin o gün Ulysses ruhu bütün şehri sardığından, Joyce’a kadeh kaldırabilirsiniz.
Kaçtığını sanıyorsun ama dönüp geldiğin yer kendi benliğin. Gittiğin en uzak yolun sonu hep eve dönüşün.


