Arzu Kurt
Rüya Atlası’ma bu ay bir sessizlik senfonisi işlemek istiyorum. Bunun bir rüya, gündüz düşü olmadığı kesin, bir kâbus ya da hepsi.
Marina Abromović’in 1974’te gerçekleştirdiği bir seri performansın son etabından; Rhythm 0 performansından bahsediyorum: Nesne haline gelmiş bir beden, kontrolden çıkan bir kalabalık, suskunluk, sessizlik, acı ve zamana direnerek sabırla bekleme ve yüzleşmenin arenası.
Performanslarında sınırlarda dolaşan, bedenini, kendini, izleyenleri zorlayan, ötekini, içimizdeki ilkeli ortaya çıkaran bir duruş sergiliyor Marina. İzleyiciyi gözlemci olmaktan çıkarıp, sürecin aktif bir parçasına dönüştürüyor. Bu biraz da provakatif bir eylem. Ama aynı zamanda edilgen olurken, bedeni, sessizliği ve direnci ile karşı koyuyor. Kafamda kocaman bir soru işareti. Neden? Sizinle bu yazının sonunda cevabı bulacağımıza inanıyorum.
*
Marina, kulağına fısıldanan ‘süre doldu’ sesiyle altı saat süren bu kâbustan uyandı. Tek bir noktaya sabitlenmiş bakışlarını seyircilere döndürdü. Bir iki adım attı. Az önce hareketsiz, sessiz duran bu nesne, ete kemiğe bürünmüş, göz teması kurmuştu. Kalabalık; o elbise giyinmiş ilkel hayvan, kaçışarak dağıldı.
Uykuyla uyanıklık arasındaydı. Gözleri masanın üzerindeki nesnelerde dolaştı. Haz ve acı simgelerinde… Gül, tüy, parfüm, bal, ekmek, üzüm, şarap, makas, neşter, çivi, metal bir çubuk, silah ve mermi vardı. Belli belirsiz talimat yazısını okudu. Bunu kim yazmıştı?
Talimatlar:
Masada, istenildiği gibi üzerimde kullanılabilen 72 adet nesne bulunmaktadır.
Performans:
Ben nesneyim. Bu süre zarfında tüm sorumluluğu üstleniyorum.
Süre:
6 saat (20:00 – 02:00).
Bir sis bulutu içinde yüzer gibiydi; yumuşak bir dokunuş hissetti. Biri onu çevirdi, diğeri kollarını havaya kaldırdı, gül yapraklarıyla ona samimi bir şekilde dokundu, gecesi giderek ilginçleşiyordu. Üçüncü saatin sonunda haz, önce acıya sonra korkuya dönüştü. Bu bir rüya olmalı, bu bir rüya olmalı, diye sayıkladı. Dokunuş gül yapraklarından karnına batırılan dikenlere evrilmişti. Giysileri jilet gibi keskin bıçaklarla kesilmişti. Biri aynı bıçakla teninde gezinmeye başladı. Boğazında ince bir sızı hissetti. Belli belirsiz irkildi. Sessizliğin derin çukuruna yuvarlanmış, bedeni bir oyuncak bebeğe dönmüştü.
Kalabalıktan belli belirsiz ahh sesleri duyuldu. Tüm gözler ona dikilmişti. Sessiz beden kasıklardan yükselen cüreti arttırdı. Biri -tabii ki erkek- kanını emdi. Vücuduna çeşitli küçük cinsel saldırılar yapıldı. Biri tecavüze yeltense direnebilir miydi? İradesi beynini terk etmiş gibiydi. Nesneleşen bedenine içeriden baktı. Uyanmakla yüzleşmek arasında, arafta bir an asılı kaldı. Çok sonra ona sorulduğunda ‘Hareket etmeden var olmak da bir tür direniş biçimidir’ diyecekti.
Rüyasında renkler birbirine karışmıştı. Siyah, gri, beyaz. Mor bir sise tutundu. Birisi yarasına bant yapıştırmış, diğeri gözyaşını siliyor, bir başkası üzerini örtüyordu. Yabancı olduğu bu şefkat duygusunun içini ısıtmasına izin verdi. Dışardaki düşman sanki bu ânı bekliyordu. Bir anda başına silah dayandı; içindeki hayvan çığlık attı, kaç, kaç, kaç. Donmuş kalmış gibiydi. Silahın soğuk demirini elinde hissetti. Yüzü yok insan Marina’nın parmağını tetiğe doğru koydu. Bir an, kısacık bir an o tetiği çekebilirdi. Uğultulu bir gürültü kulaklarına ulaşıyor ama ne dediklerini duyamıyordu.
*
Kendisi veya seyircilerden birisi tetiği çeker miydi, bilmiyorum. Beni dehşete düşüren hem performansı gösterenin içine düştüğü kaotik fanus hem de bir bağları olmamasına rağmen grup dinamiğiyle bu kaosun müsebbibi haline gelen modern bireylerin dışarı çıkan ilkel benlikleriydi. Marina o tetiği çekebileceği sınıra çok yaklaşmıştı. Eline o silahı tutuşturan kişi de o ana gelene kadar diğer materyalleri kullananlar da cehennemin taşlarını tek tek döşemişti. Korktum. Ben dahil, hiç gözünü kaçırma sen bile öyle, böyle bir habitatta, savaşta, düştüğün adada, kavgada, insanlığımızı kaybetmeden ne kadar dayanabilirdik. İçimdeki ilkel hayvandan ürktüm.
İlk şoku atlattıktan sonra düşünmeye başladım. Performans, sanat, canavara ayna tutma, provokatif eylem, ne derseniz deyin; bir kişi neden böyle bir yöntem seçer. Kendi şeytanlarımı yatıştırıp, Marina’nınkilerin peşine düştüm. İfşa mı ediyordu? Ne kadar güçlü ve dayanıklı olduğunu, büyüdüğünü, bunları aştığını. Yoksa kendine kanıtlamaya mı çalışıyordu? Belki de bildiği, tanıdık acılarla yakınlık kurmaya çalışıyordu.
Kalbime batan bu kıymık, hayat hikayesini araştırmaya itti beni. Ben neden onu yazıyordum, o neden sessiz bir kabulle bedenini nesne konumuna indirgiyordu. Kristeva’nın kadın bedeninin nesneleştirilmesi üzerine çalışması düşüncelerimin arka zemininde karıncalanırken Marina’nın nesne olarak sunduğu bedenini çelik bir zihinle kapladığını anladım. Nesne gibi sunduğu bedeniyle çoktan bir özneye dönüşmüştü. Fiziksel ve zihinsel sınırlarını zorladı. Herkes şimdi ve buradaydı. An, hiç olmadığı kadar geçmiş ve geleceği üzerinde toplamıştı. İradesini kıramadığınız hiçbir şeye hükmedemezsiniz. O kırılmamıştı. Marina transtan çıkıp, gözlerini sabitlediği noktadan güruha diktiğinde, fanus parçalandı. Az önce o nesne üzerinde tepinen ilkel hayvan, hareketlenen nesnenin özne halinde gelişiyle kaçıştı.
Sanatla ilgilenen, müzede bir performans izleyecek kadar entelektüel merakları olan bu kitle nasıl olur da şiddete varan bir davranış sergilerdi?
Gerekli koşullar sağlandığında, oluştuğunda insan doğası ilkel dürtülerine geri dönüyordu.
Sessiz kalmadan bağırmak istedim.
“Çekin kadın bedeninden ellerinizi.”
Bu performansın psikolojik, sosyolojik, toplumsal pek çok çözümlemesi çalışılmış. İsteyen onlara göz atabilir. Ben hâlâ en başta sorduğum soruda takılı kalmıştım. Neden?
Abromović hakkında çalışırken merak ettim; bir insan neden sessizlikle var olur, acı ve sabrın sınırlarında gezinir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Belgrad’da doğan Maria Yugoslavya partizanlarından soylu bir aileye mensuptu. Politik bir ortamda büyüdü. Ruhsal ve bedensel bir dönüşüm sürecine girmesi anlaşılır olsa da yüzleşme, bakış, görme ve görülme çabası daha derinlere çağırıyordu.
Bob Wilson’s un Life & Death Of Marina Abromović belgeselini bu sırada izledim. Willem Dafeo’nun harika performansı ve Antony Hegarty’nin ruha işleyen sesi başka bir yazının konusu. Wilson bu belgeseli sanki benim kafamdaki soruları yanıtlamak için çekmiş. Bu belgeseli daha önce izleseydim böyle bir yazı yazar mıydım emin değilim. Ama yazının başında size verdiğim sözü tutmuş olacağım.
Maria hayatını anlatmaya “Çocukluğum hayatımda ve işimde her şeyi oluşturan bir şeydi” cümlesiyle başlıyor. Çocukken o kadar çok ceza alırmış ki vücudunun her yerinde morluklar olurmuş ve genelde tokat yedikten sonra burnu kanarmış. Hemofili yüzünden bir yıl hastanede kalmış. “Bu, çocukluğumun en mutlu zamanlarıydı” diye anlatıyor o günleri.
O küçük kız çocuğunun sessiz duruşlarını daha iyi anlıyorum şimdi. Yutkunarak izlemeye devam ediyorum.
Fark ettim
Benim için en iyisini izlemek istemediğini
Sonra da fark ettim
Beni özgür görmek istemediğini.
Beni ezmek istiyorsun
Hayallerimi yıkmak istiyorsun
Birisinin sana yaptığı gibi.
Belgesel çekimleri sırasında Bob’un ona ‘kendini oynayacaksın’ dediğini anlatıyor bir röportajda. ‘Ama anneni de oynayacaksın.’ Bunun en büyük korkusuyla yüzleşmek olduğunu onun sessinden duymaya gerek yoktu.
Tanrı onu seviyor mu?
Yoksa ondan nefret mi ediyor?
Annesi yatağının düzenli olduğundan emin olmak için gece yarısı odasına gelirmiş. Düzgün değilse düzeltmesi için onu uyandırırmış. Sözleri kulaklarında çınlıyor.
Cinsellik kötü
En iyisi hemen hamile kalmak
Ve bunu bir daha yapmamak
Asla bunu bir daha yapma.
Tam bu anda anladım. Sanatı onu kurtarmıştı. Bu edilgen performansla karşısındakinin gözünün içine bakarken, sadece kendini değil ötekini de iyileştiriyordu. Sınırlarda dolaşmaktan korksam da gözlerinin içine bakabilmeyi diledim.
‘Yaralarımın içindeki tuz’ diye bahsediyordu acılarından. ‘Soyut bir biçimde sızı. Sanki seçeneğim varmış gibi, sanki kontrol bendeymiş gibi.’ Kontrolü başkalarının eline bırakmasındaki deliliğin sınırlarına dokunmuş oluyorduk bu cümlelerle. Böylelikle her şeyle arasına mesafe koyduğunu söylüyordu. Onun repliği ile söylemek isterim.
Acıdan çıkıyorum.
Sanki rüyada gibi.
Sanki seçeneğim varmış gibi
Sanki kontrol bendeymiş gibi.
Acı benden sarkıyor.
Babasını daha şefkatli anıyor. “Hep beyaz atının üzerindeydi. Amaç uğruna her şeyi feda edebilmenin en büyük temsilcisiydi. Çok gürültülü ve ardından sessiz bir an.”
Sanırım sessiz limanını bulmuştu.
Marina’nın belgeselin sonuna doğru attığı bir çığlık var. Aaaah! Aaaah! Aaaah!
Gürültü değil bu.
Munch’ın Sessiz Çığlığı.
İLGİLİ OKURA…
* Marina Abramovic on performing “Rhythm 0” (1974)
* Bob Wilson’s Life and Death of Marina Abramovic

Arzu Kurt, Karabük doğumlu, evli, iki çocuk annesi. İstanbul’da yaşıyor. Denize ve kitaplara aşık. Uludağ Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü mezunu. Bir kamu bankasında şube müdürü olarak rakamlarla geçen yılların ardından emekli olup kelimelere yöneldi. Yaratıcı yazarlık atölyelerinde başladığı ikinci kariyerinde kolektif kitaplarda altı öyküsü ve iki dergi yazısı yayımlandı. Yazı yolculuğuna Suaremag’da devam ediyor.