Benan Bilek
Hiçbir şey onu sahnede olmaktan, her sahneden inişinde kıskanılmanın tadına bir kez daha varmaktan, bu denetlenemez hazzı yaşamaktan daha mutlu edemezdi. Sahne onun yeniden doğduğu yerdi. Ya da sadece doğduğu.
Açılıp kapanan bir sürü süetin koltuğun bir buçuk metre karşı yukarısında, şıkır şıkır ışıldayan dekorda nefes almanın verdiği yaşama sevinci. Şarabî kadifenin yumuşak dokusuyla sarmalanmış bir kadın.
Özgür adımlarının, umursamazlığın, spotlar altındaki gururlu duruşu. Dünyanın en güzel kokan teri ve en güzel parıldayan teni. Sahnedeki rol arkadaşlarıyla yaşadığı birliktelik duygusu, bir o kadar tek olmanın gururu. Kulise girdiğinde sırtından çıkardığı kostümün terden sırılsıklam oluşu tanıdık bir histi. Bu rutini kurmak için yıllarca çok çabaladıysa da bir beyaz atlı prense ihtiyaç duymadan yaşamış olmanın havasını attığı da çoktu. O güne kadar.
Bir prömiyer zamanı, oyuna bir saat kala kuliste oturuyorduk. Sen her zamanki hayran bakışlarınla benim hazırlanmamı izliyordun. Bense ilgilendiğini fark etmiyormuşçasına sahne makyajımı koyulaştırıyordum kat kat. Işığın altında yok olmayacak renklere boyanıyordum usul usul ve sen beni yine sessiz sakin seviyordun kendince. Dışarıdan, birkaç dakika sonra bizimle başka bir dünyanın kapılarından girecek seyircinin yavaş yavaş fuayeyi uğultusu yayılmaya başlarken geldi o telefon. Kısacık bir anda hayatımın alt üst oluşu ve senin sanki o an öyle bir şey olmuyor gibi dimdik durup sonra bana sımsıkı sarılışın. Sadece sarılmak, sımsıkı.
Aylarca prova yaptıkları oyunun ilk gösterisini sahnelemek üzere hazırlanırken söylemişti oysa kendi kendine âşık olduğu adamdan doğurduğu ve yıllarca hiç tanıyamamak zorunda kaldığı oğlunun o akşamki konuklar arasında olacağını. Heyecanını zapt edemiyordu. Ve en ufak bir kuşkusu yoktu ki bu akşam hayatında hiç unutamayacağı bir oyunun gecesiydi. Sakin duruşunun ardındaki heyecanı hissetmemek mümkün değildi. İçi gümbür gümbürdü, eminim. Çok uzun süredir sustuğunu da biliyordum. Tam on dokuz yıldır sustuğunu, hatta neredeyse konuşmayı bile unuttuğunu, yarasını saklamak, tutkunun en günah halini hatırlamamak ve başka bir kadın olmak için çok çalıştığını da. Çok susardı. Sadece bir kere anlattı. Hayata sitemini, karanlığını bir kere paylaştı. Sabah olduğunda anlattığını hatırlamadı. Seviştiğimizi de.
Yıllar önce kapısını yüzüne kapatan annesi ve oğlu bu gün ilk kez onu izlemek için aynı salonda olacaklardı. Birbirlerinden habersiz. Üçü ilk kez aynı yerde. İki donuk bakış, iki sevgiden eksik, iki mutsuz, birbirlerinden ayrı noktalardan aralarındaki tek bağın oyununa tanıklık edeceklerdi.
O iki mutsuz insan, onlardan daha heyecanlı kadın ve her şeye seyirci âşığı bir tiyatro salonunda bir araya getirme hikâyesini yazmaya çalışan yazarın durumu hepsinden zordu aslında. Kurguya oturduğu anlar sessizliğe en çok ihtiyaç duyduğu zamanlardı. Sözcükleri nereye varabileceği bilinmez bir uçurtmadan farksız özgürlüğe süzülürken sanıldığı gibi kelebekler falan uçmazdı karnında. Kahramanlarının gürültüsünde yoğrulur, çok yorulurdu. CD çalarda yine Duvar çalıyordu. Nasır tutmuş muydu gerçekten artık? Başkalarının ağlaya ağlaya yosun tutuşlarını yazmayı sürdürmeli miydi? “Yazmak bağırmaktır” demişti bir yerlerde Usta, sessizce bağırmaya devam etmeli miydi?
İçinden çıkmaya çalıştıkça birbirinin içine geçen hayatlardan öylesine yoruldum ki parmaklarımı oynatamayacak kadar hastayım. Telefon edip atıştırmalık bir şeyler söyledim. Ya içimdeki yapmak istediğimi yapamama ya da yapmamak istediğimi yapmak zorunda olmanın yarattığı kalp ağrısı? Yeraltında bir dehlizde kaybolmuş olmanın hissi ile duvarlarda amaçsız gezinen telaşlı bir böceğin kaygısı arasında gidip geliyorum. Soğuk bir karanlığın tüm canlıları beni seyrediyorlar, kendi sıkışmışlıklarına çekiyorlar beni de. Gittikçe daha dibe, daha dibe.
Sessizliğime kapanıp yazma yoluna çıktığım tiyatrocu kadını, geçmişteki hüzünlerini, yoktan var oluşunu kelimelere döküp onu yerden yere vurduktan sonra mutlu bir son kurgulayabilirdim. Ya da her şeyi kendi gürültüsüne terk edip bu süper kahraman el değince hayatı değişen aptal kadın hikâyesinden vazgeçecektim. Bir kadının hayatının değişmesini hangi süper kahraman sağlayabilir ki o kadın değiştirmezse? Evimin her köşesi, masamın tüm çekmeceleri süper kahramanlar, aile hesaplaşmaları, anne etkisi, minare gölgesi karalamaları ile dolu. Hiçbiri bir türlü bitmiyor.
Balkona çıktım. Elimde şarabi kadife kumaşın o bildik hissi, bir kaygılı telefon konuşması, üç kırık kalpten başka bir şey yoktu. O kendini yeniden var eden tiyatrocu kadını alkolle beslenen bir bedbahtlıktan çocukluğumun mutlu mesut, her zorluğun altından kalkabilen Ingals ailesinin annesi haline getireceğimi sanmama neden olan kibir nedir? İstediğim sessizlik kendi gürültümde boğulup kalıyor. Ben bu hikâyenin altından kalkamayacağım. En azından şimdilik. İyisi mi, bu da çekmecede dursun, bir gün zamanı gelir yazılmak için.

Benan Bilek, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü’nde okumak için geldiği İzmir’de yaşayan bir İstanbullu. Öğrencilik yıllarından bu yana iletişim sektörünün farklı dallarında görev yaptı. Metin yazarlığından ajans başkanlığına, dergicilikten senaryo yazarlığına uzanan iletişim deneyiminin sonunda yolu sanata vardı. Un elekleri üzerine ipliklerle yaptığı resimlerle pek çok kişisel sergi açtı; “Yaşam Elekleri” atölyeleri düzenledi. Türkiye’nin izleyicisi sadece kadın olan ilk stand-up projesini hayata geçiren Bilek’in Gece Tuşları, Duvarlar Şahit, Çin Çin Çini Mini Hanım öykü kitaplarının yanı sıra Punta – Bir Meyhanenin Romanı adlı eseri bulunuyor. Bilek, öykü yazmaya, sahne gösterilerine, özel atölye çalışmaları ile kasnak ve elek üzerine ipliklerle resim yapmaya devam ediyor.