Mahinur Çenetoğlu
Trene bindiğinde, pencere camına yaslanan alnında toz ve ter karışımı bir tabaka oluşmuştu. Dışarıda uçsuz bucaksız bozkıra gözlerini dikmiş, kımıldamadan bakıyordu. Ufuk çizgisinin bittiği yerde, buğday başakları rüzgârın esintisiyle ufak ufak çıtırtılarla adeta şarkı söylüyordu. Gözleri doldu; kalbinde hissettiği kırıklığı yok saymak istedi. Tren, sakince aynı ritimle bozkırın içinde yol alırken, sallantının içinde anne kucağında ninni dinler gibiydi. Kalbi sıkıştı. Avuçları terledi. Cebinden çıkardığı eski mektuba baktı bir süre. Belki de yüz kez okumuştu; her bunaldığında, her hasretinde, sıkıştığı her noktada… O mektup, orada yazan iki satır, annesinin ellerinin dokunduğu satırlar, kokusu sinmiş kısacık satırlar… Bir kez daha okumak için duyduğu isteği bastırmak istercesine mektubu göğsünde kucakladı.
Canım benim, ne güzel el yazısı vardı. O kadar uğraştım, yine de onun gibi yazamadım. Benimki hep kargacık burgacık olurdu. Mavi’nin asaletini hep severdi, mürekkepte bile…
Mektubu aldığı gün de daha açmadan, içindekileri okumadan, “Ah canım…” demişti fısıltıyla. Ara sıra yazardı annesi ama bu başkaydı; daha açmadan hissetmişti. Kaç yıl geçti? On beş mi? Yirmi mi? O kadar özenli saklamasına rağmen, sürekli yanında taşıdığı için zarfın üzerindeki inci gibi el yazısının mürekkebi hafiften dağılmış, zarfın kenarları yıpranmıştı.
Aniden, istasyonda gördüğü yaşlı kadının yüzü gözünün önüne geldi. Tıpkı annesine benziyordu. Onun gibi tatlı gülümsüyordu kadın; yanındaki adamın koluna girmiş, mutlulukla bir şeyler anlatırken, arada gölgelerde duruyorlar, tren istasyonunun soğuk taşlarına yaslanarak dinleniyorlardı. İstasyonun çatlamış duvarlarına birlikte dokunup uzun uzun bir şeyler anlatıyorlardı, gülüşerek.
Mutluluk böyle bir şeydi: Birlikte duvar çatlağına bile bakarken gülüşmek…
Hızlı adımlarla evlerinin önüne geldi. İçindeki gürültüyü susturmak için bir süre kapının önünde durdu, uzun uzun baktı; içeriye giremedi. Geçmişi, çocukluğu şu kapının demir kulpunda asılı kalmıştı: Sokakta bindiği bisiklet, arkadaşlarıyla oynadığı oyunlar, annesinin oyundan da geri kalmasın diye arkasından koşarak eline tutuşturduğu yağlı ekmek… Sonra delikanlılık zamanları, karşı komşunun kızı Arzu ile bakışmaları, bahçelerde ufak tefek o saf sevgi dokunuşları… Gizli gizli içtiği sigara yüzünden babasından yediği ilk tokat… Hepsi ışık hızıyla geçti gözünün önünden.
Ev, terk edilmişliğin ağır kokusunu taşıyordu. Kapıyı ittiğinde yüzüne bir serinlik çarptı. Taş evlerin serinliği de bir başka olurdu. Burnunu gıdıklayan rutubet kokusuyla, yerde bir zamanlar babasının döşediği tahtalara basarak yürüdü. Birkaç yerde gıcırtılar olsa da hâlâ çok sağlamdı o muhteşem rabıtalar. Babası onları yaptığında o beş yaşındaydı. Odun kokusunu sevmesi de o zamanlardan kalmıştı. Pencere kenarları örümcek bağlamıştı. Uzun zamandır evine gelmediği için üzüldü.
“Buraları benim ömrüm, geçmişim,” dedi. Yine gözlerinin dolmasını engellemek için yutkundu. Salondaki sandalyenin ayağı kırıktı. Annesi hep “Allah korusun, bir gün bu sandalyeden düşüp kıçımı başımı kıracağım,” diye söylenir ama yine de mutluydu. Ara sıra babasına sitemkâr konuşur: “Aşk olsun Bey, şu sandalyenin ayağını bir tamir ettirmedin. Bana bir hasedin mi var acaba?” der, arkasından kahkahayı patlatırdı. Bazen şarkı söylerdi, komik bir şeyler anlatıp gülerdi. Bazen de başucunda yaktığı lambanın ışığında, elinde okuduğu kitaplardan etkilenip ağlar, yan gözle de ona bakıp görüp görmediğini anlamak isterdi. Görse de görmezlikten gelirdi, üzülmesin diye.
Tahtaları gıcırdatarak yürüdü, çekmecelerden birisini açtı. Birkaç tozlu fotoğraf vardı. Gözyaşlarını silerek çekti. Yine bir “ah” döküldü dudaklarının arasından. Anne ve babasıyla lunaparkta çekilmiş fotoğraflarında nasıl da mutlu bir çocuk vardı. Annesi çok şık, ekru renkli bir tayyör giymiş, elinde şalı, incecik bedeni, simsiyah saçlarıyla çok güzel. Babası biraz yorgun ama o da gülümsüyor. O günü hatırladı; tutturmuştu lunaparka gidelim, diye. Babası tüm gün tarlada çalışsa da kıramamıştı evladını, “Hadi gidelim,” demişti.
Nasırlaşmış, kararmış ellerine takıldı gözü. Babasının ellerinde bu tarlalarda çalışmanın emeği vardı. Beni bu tarlasında ektiği buğdayla büyütmüştü. Nasıl bir emekti bu… Anasının ak sütü gibi helâl bir emek.
Elinde fotoğraf, salon duvarının kenarına çöktü. Babasının fotoğraftaki hüzünlü, yorgun ama mutlu gözlerine uzun uzun baktı. Birden çok yorgun hissetti kendisini. Anne kucağı arar gibi etrafına baktı. Sükûnetle yatmak istedi; şuracıkta. Sessizce.
“Çocukluğum şu mahallede, şu bozkırda koşarak, oynayarak geçti. Bu tarla benimdi, bu toprak benim oyuncağım; şu sapsarı buğday başakları benim mutluluğum. Babam elime tırpanı verir, ‘Hadi bakalım çalış evlat,’ derdi. O zaman o başak tarlalarının üzerine doğan güneş, benim en sevdiğim güneşti. O zaman annemin hazırladığı çıkındaki yemekler, dünyanın en tatlı yemekleriydi. İçtiğim su en leziz suydu.”
“Sanırım yaşlanıyorum,” derken sessizce ağladı. Evden çıktı. Yıllar önce annesinden o mektubu aldığında koşarak gelmişti: “Çok özledim,” diyordu, “gel de bir kez yüzünü göreyim.”
İçim sızlamıştı. Gençlik başımda dumandı esasında ama o mektup bana gitmemi hatırlatıyordu. Hayatta olsaydı şimdi, o gidemediğimiz ormanlara, deniz kenarlarına birlikte gitseydik. El ele tutuşup yürüseydik. Ben küçük bir oğlan çocuğu gibi yanında usul usul gelseydim. Ara sıra yüzüme bakıp saçlarımı okşasaydın…
Yavaş adımlarla yürüyerek köyün çıkışındaki mezarlığa geldi. Rüzgârın sesi ıslık çalıyordu. İşte orada, anne ve babası yan yana, koyun koyuna yatıyorlardı. Taşın soğukluğu avuçlarına işlemişti. Onlara yeterince sarılamadığı için yüreğinde duyduğu acı… O zamanlar beklediği terfi ya da çıkacağı kızlar çok mu önemliydi?
Toprağa dokundu. Sanki onların bedenlerine dokunuyormuş gibi sevdi toprağı… Esasında kemiklerine dokunduğunu bile bile.
“Affet beni,” diye mırıldandı ama sesi boğuktu. Kendine bile yabancı geldi. Bir an etrafına baktı, bağırmaya başladı: “Aneeee, babaaaa!” Sesi yankılandı, ona geri döndü. Özlemişti. Pişmanlık içini kavururken, sessizlik içerisinde kaybolmak için mezarın başında uzun uzun oturdu.
Dönüş yolunda, bozkırın ortasında durdu. Manzara inanılmaz güzeldi. Gün bitiyor, güneş kollarını yavaştan çekerken mora çalan gökyüzü adeta özgürlük şarkısı söylüyordu. Geniş bozkırda, ezici bir ıstırapla yine de çok mutlu hissetti kendini. Atalarının da en azından bu özgürlük içerisinde mutlu yaşadıklarını düşündü.
Şimdi anlıyorum: Bu topraklar benim köklerim, hafızam, hiç unutmayacağım acılarım, sevinçlerim, kaçışlarım ve dönüşlerim. Beni mıknatıs gibi buraya çağırıyor bu bozkır… Anamın, babamın nefes aldığı, beslendiği ve beslediği; emek ettiği topraklarım… Kaç yaşına gelirsen gel, köklerine dönmek için içinde duyduğun o özlemi hiç ama hiç yitirmiyormuşsun…
Bu topraklarda oynayan küçük bir çocuk, anne babasının bastığı toprakların kokusunu içine çekerek giderken, kendi kendine bu topraklara tekrar dönmek üzere söz verdi.

Mahinur Çenetoğlu, Ankara’da dünyaya geldi. Otuz beş yıl beyaz yakalı olarak Milletlerarası Ticaret Odası’nda çalıştı. Profesyonel yazım hayatına 2020 yılında başladı. 2021 yılında Yaşar Kemal Anısına Öykü Halk Bilim Araştırması ve Şiir Yarışması’nda Öykü dalında “Bezgin Demokrat” isimli öyküsüyle finalist oldu. Beş kollektif kitapta öyküleri yayımlandı. 2023 yılında Banliyö Kitap tarafından basılan ilk novellası “Aşkın Istırabı”, Ekim 2004’te Mahal Edebiyat tarafından basılan ilk öykü kitabı “Evlilik Fotoğrafını Kim Aldı” okurla buluştu. Distopya Dergi’de yazıları yayımlanıyor. Otuzdan fazla öyküsü çeşitli internet dergilerinde yer aldı.