Sevin Bayrı
Bazı sesler yalnızca duyulmak için değil, bastırmak için vardır. Gürültü bu yüzden önce gelir; sokaklara yayılır, ekranlardan taşar, dijital duvarlara yazılır. Artık yalnızca bir ses değil, bir yöntemdir. Kimi zaman alkış kılığına girer, kimi zaman sirenlere, marşlara, “halkın sesi” diye sunulan kurgusal yankılara dönüşür. Oysa hakikat genellikle sessizdir. Çünkü hakikat bağırmaz; yalnızca var olur.
Gürültü, ışıklarla donatılmış bir sahneyi andırır: sürekli devinen, göz alıcı ama yönsüz. Orada ne söylendiği değil, nasıl söylendiği önemlidir. Kalabalıklar bağırır, tekrar eder; birbirini duymadan, düşünmeden. Gürültü; manipülasyonun, unutmanın ve görmezden gelmenin ritmidir.
İktidarlar kendi söylemlerini dayatmak, ideolojilerini yerleştirmek için sürekli bir ses üretir. Bu ses, propaganda, dezenformasyon ve bilgi bombardımanı aracılığıyla toplumun dikkatini dağıtır, toplumsal algıyı şekillendirir, eleştirel düşünceyi boğar, gerçek sorunların üzerini örter. Gürültüyle yönetirler. Çünkü sessizlikten korkarlar.
Ama sessizlik…
Ah, sessizlik bazen bir direniş biçimidir.
Korkuyla örülmüş gibi görünse de, içinde yılların sabrını, içe akıtılmış çığlıkların tortusunu taşır. Bir annenin gözlerindeki boşlukta, bir çocuğun soramadığı soruda, yaş almış bir bedenin kamburunda gezinir. Ve bazen, yalnızca orada hakikat yaşamaya devam eder.
Burada Slavoj Žižek’in şu sözünü hatırlamak gerekir:
“Her şey sisteme entegre edilebilir, sessizliğimiz hariç.”
Halkın suskunluğu, yalnızca korkudan ya da çaresizlikten kaynaklanan bir boşluk değildir. Politik bir anlam taşıdığında, bu sessizlik bir reddediştir; öngörülemez, bozulamaz, çözümlenemez bir tehdittir. Gürültünün içinde görünmeyen ama derinlerde büyüyen bir çığlıktır.
Žižek’in bakışıyla, sessizlik pasiflik değil, stratejik bir kararlılıktır. Toplumun bilinçaltında biriken öfkenin, bastırılmış haykırışların derin yankısıdır. Gürültünün en yüksek olduğu yerlerde, en gerçek sesler sessizliğe sığınır.
Bugün medyanın manipülasyonu, popülizmin çığırtkanlığı, sürekli bilgi kirliliği, hepsi iktidarın çağdaş gürültüsüdür. Bu hengâmede sessizlik, teslimiyet değil; doğru anı bekleyen bilinçli bir suskunluktur. Uygun anda patlayacak bir barut, görmezden gelinemeyecek bir hakikattir. Herkesin sustuğu bir anda, bir tek kelime yankı bulabilir. Gürültünün bastıramayacağı şey budur: içten, zamanla damıtılmış, hakikatin kendine yol bulduğu o çıplak ses.
Çünkü otorite en çok sessizlikten korkar. Gürültüyü yönetebilir: Köpürtür, yönlendirir, bastırır. Ama sessizlik öngörülemezdir. Ne zaman dalga olup kıyıya vuracağı, ne zaman bir yankı gibi duvarları çatlatacağı belli değildir.
Sessizlik uzun sürmez; çünkü bastırılan ses, yankılanmak üzere geri döner. Sessiz kalan toplum, zamanla kendi içinde birikmiş öfkeyi, adaletsizliğe duyulan nefreti ve değiştirme arzusunu büyütür. Bu sessizlik, sadece bir suskunluk değil, birikmiş bir çığlığın hazırlığıdır. Ve sonra o halk konuştuğunda, artık yalnızca söz değildir söyledikleri; bu bir ses değil, bir sarsıntıdır. Duvarlara çarpar, meydanlara yayılır, iktidarın gürültüsünü bastıracak kadar derindir. Çünkü sessizlik, yeterince uzun sürdüğünde, yıkıcı bir sese dönüşür. O ses, yalnızca geçmişin değil, yeni bir geleceğin de habercisidir.

Sevin Bayrı, İşletme Fakültesi’nden mezun olup, üzerine sosyoloji okusa ve özel sektörde çalışan bir beyaz yakalı olsa da aslında hep sanata dolaşık yaşadı. İlk önce kitaplara aşık oldu, sonra tiyatroya. Resim ve fotoğraf sanatına sevdalı bir gezgin oldu. Dormen Akademi sahnesinde sahne tozuna bulandı. Yazmak ve okumak; ilk aşkını hiç terk etmedi. Bir seyahat blogunda metin editörlüğü yaptı, iki kollektif kitapta öyküleri yayımlandı. Halen yazıyor. Deliliğin sınırsız evreninin doğal sınırlarını ararken kelimelerden yol arayarak.