Nilgün Karataş
“Öylesine korkuyordum.”
“Neden korkuyordun?”
Başını iki yana salladı.
“Hiçbir şeyden. Her şeyden.”
Geniş Geniş Deniz – Jean Rhys
Onu ilk kez başka bir kadının hikâyesinde gördüm. Çoğunuz gördünüz. Fark etmedik ya da fark etmek işimize gelmedi. O karanlık bir çatı katındaki sesti. Varlığını bilmemize rağmen onu görmezden geldik. Ne kitapta ne filmde çok da önemli biri değildi, sesini duymamış gibi yaptık. Esas kızımız Jane Eyre’yi ürküten, o soylu ama gizemli adam Rochester’ın mutluluğunu bozan karanlık bir figürdü o: Bertha Mason.
Çatı katındaki deli kadın!
Ondan ilk kez söz edildiğinde uyanan merakımın devamı gelmemişti, bize sunulan diğer hikaye daha cazipti; tıpkı Jane gibi onun deli olduğuna ikna olmuş olmalıyım. Viktorya İngiltere’sinde farklı sınıflardan iki kişinin aşkı varken… Üstelik bugün bile edebiyatın güçlü kadın karakterleri denilince akla ilk gelen isimlerden biri Jane Eyre’yken… Deli bir kadını niye dert edinelim ki?
Jane’nin büyük bir malikaneye mürebbiye olarak gidişi. Karizmatik patronun ona aşık olması. Jane’nin de aşık olmasına rağmen doğru bildiklerinden taviz vermemesi. Güzel hikaye. İlham verici. Uyarlamaları bir yana bir sürü benzer eser ve film sıralayabiliriz. Şimdi böyle bir kahraman varken, kim umursar deli kadını?
Çoğunuz gibi ben de ana karaktere yakın durmanın rahatlığıyla, o ‘deli’ kadını daha en başında göz ardı etmiştim. Oysa o kendini bize gösterebilmek için neler yapmıştı. Onun da anlatacak bir şeyi olabileceğini düşünemedik. Çünkü Charlotte Brontë’nin hikâyesinde o sadece bir engeldi. Engeller aşılmak için vardır. Biz de aştık, mutlu sonun büyüsüne kapıldık.
İtiraf sahnelerinin altına itiraf edilemeyecek başka piyesler sokuvermek için yalnızca görünüşte birtakım piyeslerin oynandığı tiyatrolardır rüyalar… Bunu biliyorsun okur-seyirci ama kendini büyülenme ve aldatılmaya koyvermek için bildiğini unutuyorsun.
Rüya Dedim Sana – Hélène Cixous
Şimdi biliyorum ki hikâyenin dışladığı karakterler, çoğu zaman bir başka gerçeğin anahtarını sunuyor bize. Sırça Fanus’ta da kadim bilgileri kendine malzeme yapmış bir falcı gibi o çatlaklardan sızanlara bakıp, yazılmamış kaderleri okumaya çalışıyorum, kıyıda köşede duran kadınlarla birlikte.
Bu işe ilk soyunan ben değilim; buna benzer bir çalışmayı yıllar evvel başka bir kadın yapmış; hem de zekasıyla duygularını harmanlayıp hayatın gerçeklerini müthiş bir kurguya dönüştürmüş. İngiliz yazar Jean Rhys sözünü ettiğim kadın. Ünlü Jane Eyre romanındaki o deli kadından yola çıkarak -ama o romandan tümüyle bağımsız ve bana kalırsa o romandan çok daha çarpıcı bir şekilde- etkileyici bir trajedi yazmış.
Jean Rhys, Thornfield Hall malikanesinin çatını katının kapısını açmış. Bakmakla yetinmemiş, içeri girmiş. Görülmeyeni görmüş, dinlenmeyeni dinlemiş ve yazıya dökmüş. Jean Rhys, Bertha’ya bir geçmiş, bir kimlik ve gerçek adını vermiş: Antoinette Cosway.
Bugün biraz da hazıra konarak işte bu kadından söz edeceğim size. Jean Rhys’in 1966 yılında yayımlanan Wide Sargasso Sea (Geniş Geniş Bir Deniz) adlı romanındaki Antoinette Cosway’ini konuk edeceğim Sırça Fanus’a. Bir kadının (ya da çok kadının ya da ötekileştirilen herkesin) yıkımın içinden kendini var etme çabasını anlamak için.
“Bela göründü mü safları sıkıştırın derler, beyazlar da öyle yaptı. Ama biz onların saflarında değildik. Jamaikalı hanımlar annemi hiçbir zaman onaylamamışlardı, ‘hem güzel hem özünün güzelliğini sever de ondan’ derdi Christophine.“
Geniş Geniş Bir Deniz’de Pınar Kür’ün bizi yeniden tanıştırdığı Antoinette Cosway, bu sözlerle başlar kendini anlatmaya. Antoinette 1830’larda Jamaika’da yaşayan beyaz bir Creole. Ne tam anlamıyla İngiliz kabul ediliyor ne de Karayip yerlisi. Aidiyetsiz. Daha çocukken öğreniyor dışlanmayı, ötekileştirilmeyi. Hep bir horlanan sınıf lazımmış gibi kölelik kalkınca yerliler onları düşman gibi görüyor, İngilizler sahiplenmiyor. Beyaz zenci diyorlar ona. Evleri yakılıyor, malları talan ediliyor, erkek kardeşi yangında ölüyor, annesi aklını yitiriyor. Antoinette’in dünyası, çocuk yaşta parça pinçik oluyor. Ve bir gün kendisini tanımayan bir İngiliz adamla evlendiriliyor.
Antoinette’in evliliği, aşkla değil mülkiyetle ilgili bir işlem. İsmi verilmeyen kocası -ki biz onun Jane Eyre’deki Rochester olduğunu biliyoruz- karısına şüpheyle yaklaşıyor. Onun doğasını, rüyalarını, anlattıklarını, Christophine adlı yardımcısına duyduğu güveni aslında kısacası varlığını bir türlü kabullenemiyor. Bir zamanlar sevdiyse bile artık ona baktığında ne sevgi, ne şefkat ne de şehvet hissediyor, bunlar yerini çoktan egemenlik kurma arzusuna bırakmış.
Antoinette’in ne söylediklerini ne de düşlerini anlamayan kocası (ya da sahibi mi demeli?) onu “Bertha” diye çağırıyor: Tanımadığı bir isim, yabancı bir kimlik. Bu, bir kadının özne olmaktan çıkarılıp nesneye indirgenmesi. Sadece bir isim değil, kimlik gaspı. İtiraz edecek olsa da kimse onu dinlemiyor.
Aklıma Türkiye’de, Bulgaristan’da, Amerika’da, Çin’de, İsrail’de, Fransa’da ya da dünyanın herhangi bir yerinde bir zamanlar ‘yasaklanan’ isimler geliyor, bazen reddedilerek bazen asimilasyonla. Antoinette’in adının “Bertha” olarak değiştirilmesinde olduğu gibi, mesele sadece bir isim meselesi değil. İsim kimliğin, aidiyetin, belleğin bir sembolü. İsimleri değiştirmek, bireyin ya da bir halkın kendi hikâyesini anlatma hakkını elinden almak anlamına geliyor.
Feminist kuramcı Luce Irigaray, kadının erkek merkezli söylemlerde “dilsizleştirildiği” ya da yalnızca “eril dilin yansıması olarak var olabildiği” işaret eder. Freud ve Lacan’ın psikanalitik kuramlarında da kadının dilinin, arzusunun ve bedeninin ‘eksiklik’ üzerinden tariflendiğini belirtir. Aslında bu eleştiri sadece karşı çıkış değil; mevcut yapının sınırlarını gösterip, yeni anlatı ve düşünce biçimleri aramak anlamına geliyor.
İşte Rhys, tam da bunu yapmış, bu yapıyı kırmış. Bu romanda bize kendi diliyle dünyasını açan Antoinette, parçalı anlatımıyla, rüyalarıyla, korkularıyla, bölünmüş benliğiyle konuşuyor. Erkek anlatıcı (Rochester), romanın ikinci kısmında sözü devraldığında, Rhys, hiç olmamış bir hikayenin nasıl zorla dayatıldığını gösteriyor bize.
Hikayenizi sizin yerinize birisi anlatmaya başladığında size ya kabullenmek düşünüyor ya da delirmek…
Zaten onu anlayamayan kocası bir karara varıyor: Bertha delirmiş! Annesi gibi…
Bu delirme meselesi çok önemli. Önce hikayeyi anlatmayı bitireyim, delilik meselesini ayrıca irdeleyelim.
Son perde İngiltere’de açılıyor. Antoinette, Brontë’nin romanında olduğu gibi artık çatı katında. Ama Rhys’in anlatısında, o yalnızca bir “deli” değil, kültürler arasında parçalanmış, sesini yitirmiş ama hâlâ rüya görebilen bir kadın. Uyanmak istemediği düşlerin içinde, çocukluğunun kayıp sesleri var.
Anlamak istemeyince rüyalar bile yanlış yorumlanıyor.
Romanın sonunda bir gece, elinde bir mumla uyanıyor, ardından yangın başlıyor. Bu yangın, Brontë’nin anlattığı finalin tam öncesi. Belki de Rhys, o yangını kadının kendi hikâyesini yazabilme arzusu olarak bize sunuyor.
Rhys’in romanı, klasik bir karakterin “arka planını” vermekle yetinmiyor. Rhys, yalnızca Antoinette’e değil, edebiyat tarihinde susturulan tüm kadınlara ses olmayı başarıyor. Antoinette’in hikâyesi, kendi kimliğini var etmeye çalışan her kadının olduğu gibi, her ötekileştirilmiş bireyin hikâyesi olarak da okunabilir.
Antoinette sadece Brontë’nin antikahramanı değil, aynı zamanda yazarın ta kendisi. Farklı yollardan sınansa da benzer bir yaşam sürüyor Rhys; o da yıllarca görülmüyor, duyulmuyor, kendini yoktan var ediyor sonra.
Onun dönüşü bize şunu anlatıyor aslında: Kadınlar anlatının dışında bırakılınca çıldırabilirler! Onlar kendilerini özgürleştirmek için delirebilirler! Bu nedenle Antoinette’in hikayesi üzerinden tüm deli kadınların meselesini ele alabiliriz. Antoinette’in “deliliği” kişisel değil, toplumsal çünkü.
1979 yılında yayımlanan The Madwoman in the Attic (Tavan Arasındaki Deli Kadın) yapıtlarıyla farklı bir okuma yapan Sandra M. Gilbert ve Susan Gubar, edebiyatın susturulan, bastırılan, delirtilen kadınlarını inceliyorlar. Hem de kitabın adını doğrudan Jane Eyre’deki “deli kadın” Bertha Mason’dan alarak.
Onlara göre klasik romanlar, kadın karakteri ya “melek” ya da “canavar” olarak konumlandırır; üçüncü bir seçenek tanımaz. “Melek” olan idealize edilir, “canavar” ise cezalandırılır. Bertha Mason, bu ikinci grubun simgesi: Tehlikeli, anlaşılmaz, dizginlenmesi gereken. Bu nedenle Gilbert ve Gubar’ın tanımıyla “çatı katındaki deli kadın”, yalnızca bir karakter değil; edebiyatın, kültürün ve toplumun kadına biçtiği sınırların alegorisi.
“Kadını, melek gibi davranmadığı takdirde canavar gibi gören bir toplumda, melek olmadığını bilen kadın kendini canavar gibi görmek ya da bu bilincin suçluluğuyla bir sürü hastalıkla, delilikle, histeriyle boğuşmak zorunda kalmıştır.“
Tavan Arasındaki Deli Kadın – Sandra M. Gilbert &Susan Gubar
Jean Rhys, işte bu “canavar” figürüyle sadece özdeşleşmeyi değil, onu yeniden insanlaştırmayı seçer. Rhys, Antoinette’in hikâyesini anlatırken, kadın karakterlerin yalnızca “deli” olarak görülmesine değil, onları öyle göstermekten ibaret olan anlatı sistemine de karşı çıkar. Rhys’in romanı, Gilbert ve Gubar’ın kuramsal düzlemde tartıştığı meseleyi edebi düzlemde hayata geçirir.
Bu anlamda Geniş Geniş Bir Deniz, sadece bir “ön hikâye” değil, edebi tarihle feminist bir hesaplaşmadır. Rhys, yalnızca çatı katının kapısını açmaz; oraya girmemizi, içeriye bakmamızı ve o kadının gözünden dünyaya bakmamızı ister. Bu sayede anlarız ki delilik, burada bir yenilgi değil, bir varoluş biçimi; aklın çöküşü değil, reddedilmiş benliğinin hayatta kalma yöntemi.
Kadın deliliği, egemen aklın sınırını aşan bir özgürlük alanı olabilir.
Antoinette’in hikâyesi de tam olarak budur. Antoinette’in deliliği, aslında mevcut sistemde kadınlara tanınan tek özgürlük biçimi: Anlatılmasına izin verilmeyen benliğin başka türlü konuşma hali. Bir yıkım ama aynı zamanda bir direniş biçimi. Bir tür kendini var etme biçimi.
Roman karakteri de olsa aramızda yaşayan birileri de olsa sistemin yaftaladığı kadınların kaderi birbirine benziyor. Gilbert ve Gubar’ın işaret ettikleri bir yer daha var. Diyorlar ki: “Çılgın kadın, yazarın ikizidir. Onun kendi kaygı ve öfkesinin bir yansımasıdır.”
Kesinlikle! Jean Rhys, ikizini tanımıştı.
Antoinette kim olduğunu hatırlamaya çalışırken Jean Rhys sessizleşti. Jean Rhys da tıpkı Antoinette gibi uzun süre görünmez oldu. Günaydın Geceyarısı (Good Morning, Midnight) adlı romanını yayımlandıktan sonra sessizliğe gömüldü. Çünkü dili fazla karamsar bulunmuş, anlaşılmamıştı, Antoinette gibi. 27 yıl boyunca tek kelime yayımlamadı. Kimse onu aramadı. Yayıncıları onu öldü sandı. Oysa yaşıyordu. Ve yazıyordu. Sonra, bir başka kadın onu hatırladı o da içindeki sesle geri döndü: Antoinette’inkiyle.
Geniş Geniş Bir Deniz, yalnızca bir roman değil. Rhys’in kendi varoluşunu yeniden ilan ettiği, anlatının dışında kalmış kadınların sahneye çıktığı paralel bir evren…
Rhys’in dönüşü hem bir edebi zafer hem de kişisel bir kurtuluş bayramı. Çünkü Antoinette, yalnızca Brontë’nin susturduğu bir karakter değil artık, yıllarca ortalıkta görünmeyen Rhys’in de iç sesiydi. Jean Rhys, çılgınca bağıran o kadının da bir hikâyesi olduğunu anlattı bize. Ve evet çatı kadındaki o deli kadının gerçek sesini ilk kez onunla duyduk.
Geniş Geniş Bir Deniz, sadece bir hikayenin eksik parçasını tamamlamadı. Sadece edebi bir adaleti de sağlamadı. Daha fazlasını yaptı: Hiçbir hikaye tek bir kahramana ait olamaz. Delilik bazen anlatılmasına izin verilmeyen bir hikâyenin kendini başka yollarla duyurulması olabilir.
Ve son, yangın: Brontë’nin romanında mutluluğun önündeki engelin kalkması. Rhys’te ise bir öfkenin değil; bir uyanışın simgesi. Rhys bu noktada anlatıyı bitirse de biz biliriz ki yangın, her şeyi yakar, yıkar. Antoinette son eylemiyle geçmişi, hatırlayışı ve unutuşu kül eder, kendisiyle birlikte.
“Benim adım Antoinette. Yanmadan önce bunu bir kez daha söylemek istedim.”
Bu cümle iki romanda da yok ama ben duyduğuma yemin edebilirim.

Nilgün Karataş, İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Henüz öğrenciyken çalışmaya başladı, Milliyet, Dünya, Akşam, Günaydın, Business Week Dergisi ve Hürriyet’te gazetecilik yaptı. İlk romanı Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar’ın yanı sıra birçok kolektif kitapta öyküleri yayımlandı. Bianet, Yeni Sinema Dergisi ve Suare Dergi’de yazıyor. İkinci üniversite olarak da felsefe okuyor.


