Nilgün Karataş
Umudun başlangıçlara, başlangıçların bitişlere, bitişlerin umuda evrildiği bir döngüde, adalet ve huzur hayal eden bir anneye, bir dosta, cefakâr bir kadına yepyeni bir hikâye armağan etme niyetiyle…
Güzel bir hikaye yazmak zor; acıyı, kötüyü, dramı, çirkini anlatmak görece daha kolay. Olumsuzu ifade etmeye yönelik dilsel repertuar o kadar geniş ki iyi hikayeler hep yavan kalıyor. Güzelin ‘güzel’, iyinin ‘iyi’, mutluluğun ‘mutluluk’ olarak kavramsallaşması bile çirkin, kötü ya da dramatik olanın varlığına muhtaç, ne ironik! Umut ile hayal kırıklığı arasındaki o hızlı gidiş gelişlerimiz gibi…
Asıl mesele umudun kendisi. Çoğu zaman bitişlerin de başlangıçların da kaynağıdır umut; ümidimizi yitirdiğimizde değil hayaller kurup, arzularımız tetiklendiğinde buluruz değişim cesaretini. Umut ileride yaşanabilecek iyi olasılıkların bizdeki karşılığıdır. Ve umut ne güzel bir afyondur.
Her türlü ilişkide -aşk, arkadaşlık, vatandaşlık, yoldaşlık, kardeşlik- adına ne dersek diyelim her türlü ilişkide tutkaldır umut; bizi bir arada tutandır. Hayal kırıklığında çözülürüz, dağılırız. Ancak hemen toparlanırız; toparlanmamız gerekir, bizden beklenen budur; üzülürsek kızarız, kızarsak öfkeleniriz, öfkelenirsek isyan ederiz, isyan edersek direniriz. Direniş kaostur, ne evde ne işte ne de sokakta otorite kendi dizayn edemediği kaosu sevmez. Bu nedenle umut iyidir, gereklidir, sürekli artan dozda tazelenmelidir.
Umut bir lanet olabilir mi? Çağımız insanına yaptıkları kadar yapamadıklarının bedelini ödeten bir lanet…
Bütün bunları bana düşündürten Clover. Nazik, anaç ve güçlü bir yük atı…
Hatırlayamazsanız, hafızanıza söylenmeyin. Çünkü George Orwell’ın Hayvan Çiftliği’ne ilişkin ilk okumalar genellikle “domuzlar” üzerinden yapılır, karakterler o kadar baskındır ki hikaye kurucular onlardır.
Napoléon; hırslı, baskıcı, manipülatif liderleri temsil eder. İktidarı ele geçirip totaliter rejimi kurunca -kitapta bu bölüm yoktur ama bir dahaki devrime kadar- onun borusu öter.
Snowball; akıllı, idealist, devrimcidir. İlk okuduğumuzda en sevdiğimiz karakter tartışmasız odur. İktidar tarafından “hain” ve “anarşist” ilan edildikten sonra çiftlikteki hayvanlar onu unutsa bile okurun gönlündeki yeri ayrıdır.
Squealer; propaganda ustasıdır, gerçekleri çarpıtarak Napoléon’un gücüne güç katar. Kimi zaman medyanın, kimi zaman yandaşın, kimi zaman sistemin en güçlü aparatı olarak yorumlarız onu.
Ancak sonraki okumalar, “domuzlar ve atlar”, sadece “atlar” ve yalnızca “Clover” üzerinden yapıldığında metnin gücüne hayranlığınız artarken yeni sorgulamalar içinde bulabilirsiniz kendinizi.
Hayvan Çiftliği sadece politik bir hiciv değil; umut ve hayal kırıklığı döngüsü içinde değişimmiş gibi görünen tekrarların hikayesidir. Özellikle döngünün en sessiz ama en derin tanıklarından biri olan Clover’a odaklandığınızda. Onun yolculuğu, bir dönemin bitişine şahitlik ederken yeni bir dönemin nasıl acı verici bir başlangıca dönüştüğünü gösterir bize.
Clover hikayedeki rolünü bilmez. O sessiz ve sadık bir yük atıdır. Dört çocuğunu kurban etmiştir önceki sisteme; onun için çiftlikteki değişim çok anlamlıdır. Umudun temsilcisidir Clover. Ancak umut hem dayanak hem de ağır bir yüktür.
Devrimin ilk sabahında, duvarda yazılı olan kelimeleri okuyamasa da tüm kalbiyle onların özgürlük, eşitlik ve dayanışma getireceğine inanır Clover. Zamanla bu umut, sorgulamadan boyun eğmesine yol açar; kendi hafızasından şüphe eder de Squealer’ın tatlı yalanlarına karşı koyamaz. Bilgisizliği, pasifliği nedeniyle ideallerin adım adım yozlaşmasına engel olamaz. Bir şeylerin yanlış olduğunu hisseder de “Bay Jones’un günlerinden iyi olduğu” inancına tutunur.
Zamanın efendileri, kelimeleri sessizce değiştirdikçe sessizlerin iyi niyeti, sadece koltukta oturan kişilerin değiştiği sistemin dayanağına dönüşür. Bir kez daha hatırlarız ki; cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir.
Umudun yan etkisi iyi niyet değildir aslında, kolektif hafızanın yönetilmesine rıza göstermektir. Maurice Halbwachs’ın işaret ettiği gibi; hafıza toplumsal olarak şekillenir ve iktidar, bu hafızayı istediği gibi yeniden yazabilir. Böylece toplum, uğruna mücadele ettiği ilkeleri unutur ve mevcut düzeni doğal kabul eder. Clover bize şu soruyu hatırlatır: Kişisel hatıralarımız kendimize mi aittir?
Anılarımız kolektiftir; tek başımıza katıldığımız olaylar ve gördüğümüz şeyler hakkında olsalar dahi, başkaları tarafından bize hatırlatılır.
Maurice Halbwachs – Kolektif Bellek
Clover’ı ne zaman düşünsem Boxer’ı da düşünürüm. Emekçi Boxer. Çalışkan Boxer. Ne kadar gayret ederse etsin makus talihi değiştiremeyen Boxer. En yakın dostu Clover’ı bir kez bile dinlemez; o en ağır yükleri sırtlar, tüm hayatını sistemin devamı için harcar; sorgulamaz, hesap sormaz, yalnızca çalışır. “Daha çok çalışacağım” diye diye ömrünü heba eden o güçlü at, hep işçi sınıfının temsilcisi gibi okunur. Vida sıkan mavi yakalı ile bilgisayar başındaki beyaz yakalının aynı efendiye hizmet ettiğini hatırlarsak, Boxer aslında sanıldığından çok daha fazla insanın temsilcidir. Plazaların suni havasında zihni uyuşan, bitmek bilmeyen toplantılarda ömrünü harcayan, başkalarının hedeflerini gerçekleştirmek için koşuşturan, akıl dışı kotaları tutturmak için çırpınan kim varsa Boxer’ın çocuğudur.
Ya Mollie? O başkü türlü bir ‘beyaz’dır. Ak kısrak. Ayrıcalıklı beyaz. Mollie kişisel konforunu ve alışkanlıklarını her şeyin önünde tutan bireysel bencilliğin vücut bulmuş hâlidir. Onu yöneticilerin kimler olduğu hiç ilgilendirmez, toplumsal dertler, tasalar umurunda değildir. Şekerleri verilip, kurdeleleri takılıp, sırtı sıvazlandıktan sonra hakmış, hukukmuş, adaletmiş Mollie’yi ilgilendirmez. Hatta değişim onu rahatsız eder, kendi küçük konfor alanını kaybetmemek için toplumsal dönüşüme sırtını rahatlıkla döner, bireysel çıkarlarını her şeyin önünde tutar. Mollie’nin çocukları her devirde, her yerdedir.
Clover’lar acı çekerken, Mollie’lerin gönüllü köleliklerine üzülmek zor.
Biliyorum ki manipüle edilen biri yalnızca gerçeği değil, kendi hafızasını da kaybedebilir.
Biliyorum ki dilin politik kontrol aracı olarak kullanılması, düşünceyi şekillendirir.
Biliyorum ki çoğunluk her şeyi görür ama harekete geçemez. Yanlışı bilir ama korku ya da konfor endişesiyle susmayı seçer. Bu pasiflik, yanlışa ortak olmanın en sessiz biçimidir.
Biliyorum ki, Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramında belirttiği gibi, büyük kötülükler çoğu zaman sessiz tanıkların pasifliğiyle etkisini artırır.
Biliyorum ki başlangıçlar, çoğu zaman bitişlerin tohumunu taşır. Bitişlerin de başlangıçların da en büyük sebebi, umuttur.
Umudun iki yüzünü görüyor, sorguluyor ve yazıyorum. Yazmak da umut etmenin bir başka hali midir? Belki, emin değilim.
Camus’ya göre umut, bazen özgürlüğün kapısını aralar, bazen de pranganın ta kendisine dönüşür. Umut, gelecekte bir kurtuluş vaadi sunarak bugünkü acıları katlanılabilir kılar. Bu da çoğu zaman harekete geçme cesaretini törpüler. Sisifos Söyleni’nde Camus, yaşamın anlamını “gelecekte bir ödül” beklentisine bağlamanın, insanı bugünün sorumluluğundan kopardığını söyler. Clover’ın “yine de eskisinden iyi” diyerek düzenin adaletsizliklerini sineye çekmesi, bu illüzyonun en çarpıcı sahnesidir.
Evet, umut en ölümcül günahtır. Ve hepimiz günahkarız.
Biliyorum ki her kuşak, kendi ‘ilk sabah’ını yaşar, sonra da kendi yozlaşma hikâyesine tanık olur.
Biliyorum ki domuzların devriminde başlangıçlar bitişlere dönüşür, tarih tekerrürden ibarettir.
Biliyorum ki, başlangıç ile bitiş arasındaki mesafe, bazen bir anlık dehşet anıdır. O dehşet anı derin bir iç çekiştir, çoğu zaman susuştur.
Biliyorum ki, biz o sessizlikte ne dediğimiz kadar, demediklerimizin yükünü de taşırız.
Belki de bizi umut değil, Camus’un dediği gibi bugünün absürtlüğü ile yüzleşme cesaretimiz kurtaracak.
Yine de niyetimden vazgeçmiş değilim. Bu yazının başına o sessiz ama umut dolu kahramana hayal ettiği dünyayı sunmak için oturmuştum, dedim ya iyi bir hikayeye ulaşmak için kötülüklere bulanmak gerekir. Battım çıktım; acılara, aldanışlara, susuşlara, kabullenişlere rağmen kelimelerin gücüne sığındım, şimdi size yeni bir hikaye anlatacağım.
İyi hikâyeler vasat olur, siz yine de okuyun; yapılan haksızlıkların, yaşanan acıların her birini hatırlayarak. Clover da yaşına gelir gelmez satılan çocuklarının acısını, dostu Boxer’ın veteriner diye mezbaha arabasına bindirildiğini anladığı an yaşadığı dramı, domuzların iki ayak üzerinde yürümeye başladığını gördüğünde hissettiği şaşkınlığı unutmayacak bu hikayede.
Biliyorum ki bizi kurtaran; umut değil acılar içinde kıvranan hafızamız olacak.
Umudun başlangıçlara, başlangıçların bitişlere, bitişlerin umuda evrildiği bir döngüde adil ve mutlu bir hayat hayal eden Clover’a bir armağan… Uykusuz geçen gecelerin, sessizce beklenen sabahların karşılığı…
Clover’ın Çiftliği
Sabahın ilk ışıkları, çiftliğin üzerinde altın bir nehir gibi yayılıyor. Hayvanlar büyük bir huzurla güne başlıyor, herkes yapabildiğinin en iyisi yapmak için çabalıyor. Ne bir kamçı sesi ne de emir veren sert bir bağırış var. Herkes kendi isteğiyle çalışıyor, gücünü gönüllüce paylaşıyor.
Domuzlar, koyunlar, atlar, kuşlar… Her hayvan, ne kadar küçük olursa olsun, kendi fikrini söylüyor. Kararlar, ortak sesle alınıyor. Çalışmak zorunluluk değil, bir onur meselesi. Herkes gücüne göre çalışıyor, emeği kadar alıyor. En küçük yavru bile karar toplantılarında söz alabiliyor.
Paylaşımda adalet var; kışın buğday, yazın yonca, herkese yetiyor. Herkes aynı masada, karnı doyana kadar yiyor. Açlık kelimesi, eski bir masaldan kalma unutulmuş bir sözcük.
Yedi Emir hâlâ duvarda, yazıldığı ilk günkü gibi duruyor; hiçbiri silinmemiş, hiçbiri değiştirilmemiş. Clover, harfleri tek tek okuyabiliyor artık; eğitim, herkesin ortak hakkı.
Hiçbir hayvan, diğerinin üstünde hüküm kurmuyor. Güç, bir kişinin ya da grubun elinde toplanmıyor; yönetim, herkesin ortak iradesiyle şekilleniyor. Korku kelimesi, anlamını yitirmiş. Dostluk, yalnızca şarkılarda değil, günlük hayatın içinde yaşıyor.
Clover, yalnızca yük taşıyan bir at değil; çiftliğin yaşlılarına, gençlerine, yeni doğanlara rehberlik eden bir bilge. İhtiyaç olduğunda omuz veriyor, yorulduğunda tarlanın kenarındaki çayırlara uzanıyor; gözlerini gökyüzüne kaldırıp gülümsüyor, derin bir huzur duyuyor içinde. Rüzgâr, taze ot kokusu taşıyor. Gözlerinde mutluluğun pırıltısı var. “İşte bu” diyor, “İşte hayalini kurduğumuz hayat.”

Nilgün Karataş, İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Henüz öğrenciyken çalışmaya başladı, Milliyet, Dünya, Akşam, Günaydın, Business Week Dergisi ve Hürriyet’te gazetecilik yaptı. İlk romanı Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar’ın yanı sıra birçok kolektif kitapta öyküleri yayımlandı. Bianet, Yeni Sinema Dergisi ve Suare Dergi’de yazıyor. İkinci üniversite olarak da felsefe okuyor.


