Kadir Horzum
Kökler ve onları bırakmak hakkında yazılacaksa eğer köyden ve köylüden bahsetmemek imkansızdır bu ülkede. Müsaadenizle dilim döndüğünce, romantize edilen ve çok gerilerde kalan anılarmış gibi anlatılan efendilerimizin dünden bugüne hal ve vaziyetini yazayım. Sürçü lisanım olursa da affedin.
John Steinbeck, Gazap Üzümleri’nde insanın mecbur olduğu yere yabancılaşmasını şöyle anlatır. “Kişiler yetiştirmediklerini yediler; yedikleri ekmekle hiçbir ilişkileri yoktu. Toprak demirin altında ezildi; demirin altında yavaş yavaş öldü. Çünkü seveni de yoktu yereni de dua edeni de söveni de.”
Orhan Kemal ise “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanında, Sivas’ın köyünden Adana’ya çalışmaya giden üç arkadaşın hikâyesini anlatır ve “Hiç kimse başkasına yardım edecek hâlde değildi. Kalan kalıyordu. Ölen ölecekti, gidebilense gidecek!” diyerek, insanın insana yabancılaşmasını anlatır. Dediği gibi de olur. Köyden kente çalışmaya giden o üç kahramandan evine ancak biri dönebilir. O da Yusuf’tur. Hikâyenin tamamı bir kenara Yusuf’un dönüş yolunda beni çok etkileyen iki sahne vardır. İlkinde, Ceyhan tren istasyonunda görevli memur, Yusuf’un hevesle anlattığı şehre göçme hayallerini dinliyormuş gibi yaptıktan sonra şu cümleyi kurar: “Köyünden çıkma! Yeter şehri pislettiğiniz.”
Adana’da kaldığı sürede onca badire atlatan ve arkadaşlarının aksine ölmeden, duvar ustası olarak kıvançla memleketine dönen Yusuf Usta, bu lafın üzerine, “Şehre göçüp göçmememe ne karışır o? En büyük memur değil ya!” diye düşünür.
Bu sahne ilk kez onun bir şehirliyle kendini denk gördüğü, hatta otoriteyi ilk kez sorguladığı sahnedir. Fakat bu sorgulama öyle anarşist manada bir başkaldırı değil, aksine “Ben usta olduktan sonra bana iş verecek adam çoktur. Memura ne ki!” felsefesine dayanan bir başkaldırıdır. Ne kadar tanıdık değil mi? Hem Yusuf’un kafasında kurdukları hem de memurun söyledikleri. Canım memleketimde halen birine “Köylü” demek küçümseme manasına gelmiyor mu? Halen birileri daha köyden kente göçmeye çalışmıyor mu? Yusuf’a el veren Kılıç ustanın öğütlerine, “Olma kula kul. Öpme el-ayak. Kirlenmesin ağzın. Ya ver canını insan için ya etme kalabalık dünyamıza” demesine rağmen nice Yusuf’lar köyden çıkmayı, kuyudan çıkmaya benzetmiyor mu? Kuşkusuz ki çoğumuzun cevabı evet. Peki neden? Neden çok lâkin odadaki filin varlığı konuşulmuyor hiç. Herkes bir çeşit öğrenilmiş çaresizlik içinde “Ne yapabiliriz” diyor sadece.
Geçenlerde internette bir teyzenin videosuna denk geldim. Teyze ocak başında yufka çevirirken, İnce Memed’in Hürü anası edasıyla, “Bize yağ gönderin, bize salça gönderin, domates gönderin, pekmez gönderin, onu gönderin, bunu gönderin, diyorlar. E bunları seviyordun, istiyordun madem, niye taşındın şehre?” diyordu. Atmışlarda ya da yetmişlerde göçenlerin çoğunun torunları hiç köy görmediği için bu teyzeyi anlayamaz belki ama halen daha köyünde akrabası olanlar çok iyi anlayacaktır bu lafları.
İkinci sahne ise Yusuf’un eve vardığında, ölen arkadaşının kızına veremediği yeşil toka sahnesidir. “Arkadaşlarımı ben öldürmedim ya!” diye kendini teselli ederek köye başı önde giren Yusuf Usta, eve varıp da ailesine, getirdiği gaz ocağını gösterirken Köse Hasan’ın karısı ve kızı gelir yanlarına. Yusuf, çıplak ayaklı, paçavralar içindeki kızı görünce “Gel de kara gözlerinden öpeyim. Baban tembihlediydi” der. Kız babasını sorunca da başı yine düşer. Köse Hasan’ın korkuluk gibi karısı da hırsla kızını alıp çıkar. Yusuf ise arkadaşının son nefesinde teslim ettiği o yeşil tokayı veremez.
Bu sahnede ise Yusuf artık modern dünyanın ona öğrettiği çaresiz, küçük insan kalıbına sığmıştır. Başka da çaresi yoktur; her koyun kendi bacağından asılmak zorundadır. Yoksa bir karış toprağı olmadığı köyde ölür gider. Peki gerçekten öyle mi? Köylüsünü, gerçek efendisini bacağından asan bir millet kendisi de var olabilir mi?
Daha birkaç ay önce, ülkedeki tarımın sorunları üzerine yapılmış bir belgeselde yaşlı bir çiftçi “Yazık bu memlekete” diyor ve ekliyor: “Bu memlekette ne yetişiyorsa yurtdışından ithal ediyorlar. Köylüyü de kente göçe zorluyorlar.”
Çiftçi amcanın sözleri kimi rahatsız eder, bilmiyorum ama çiftçi çocuğu olarak ben, “Yarından sonra paramız da kalmayınca ne yiyeceğiz?” diye sormadan edemiyorum. Zira çiftçilik zanaattan ziyade yaşam biçimidir. Çekirdekten yetişmeyenlerin uyum sağlayamayacağı bir yaşam biçimi. Bu lafımla, olayı romantize etmeye çalıştığımı düşünmeyin asla. Bilakis zor bir yaşamın tüm ülke sathındaki önemini vurgulamaya çalışıyorum. Peki bu böyle olmak zorunda mı? Zor bir yaşam çiftçinin kaderi mi? Bence değil. Olmamalı da.
Teknolojik imkanların insan hayatını kolaylaştırdığı günümüzde, verilebilecek iyi eğitimlerle, yapılacak akılcı politikalarla muhteşem olmasa da iyi sonuçlar alınabilir. Gerçi zeytin ağaçlarını düşman ilan edenlerin yaşadığı, iki zengin servetine servet katsın diye ormanların yakıldığı bu ülkede nasıl olur bu iş, onu da bilmiyorum ama istersek olur.
Bir düşünün, çocuklarımıza kurumuş dereler, altın madenlerinden kalma ‘liç’ yığınları mı bırakmak isteriz, yoksa temiz hava, saf gıdalar mı? Böyle giderse, sosyal medyada meşhur olduğu için fotoğraf sırasına girecek eşekler de kalmayacak memlekette. Onların bile soyu tükenmeye yüz tutmuş durumda.
Son olarak, dünden bugüne çok bir şeyin değişmediği bu güzel ülkemde halen daha yasaklanmamışken düşünelim lütfen. Bizi ancak düşünceler var edecek.

Kadir Horzum, Uşak doğumlu. Eğitimini Balıkesir Astsubay MYO, Anadolu Üniversitesi AÖF İşletme ve Sosyoloji bölümlerinde tamamladı. Halen Aile Danışmanlığı ve Yaşam Koçluğu yapıyor. “Kafamdaki Kalabalık” ve “Kalabalıktan Kalanlar” isimli iki adet kitabı Banliyö Yayınevi tarafından yayımlanan Horzum, yazmaya devam ediyor.

