Emel Altuntaş
Hey! Sesimi duyan varsa işaret versin. Hayat perdesi yerle bir, dünya alt üst oldu. Müzik sustu. Eğlence bitti. Bu ışık da nereden çıktı? Keşke gölgeler parça parça silinmeseydi de kafatasımın içinde huzur içinde nefes alıp verseydim. Neşeli bir oyunun parçasıydım oysa.
Hayat bir oyun mu? İnsan biraz neşesini bulmak, biraz oynamak, oyalanmak için mi doğar? Eğer öyleyse tam yerindeyiz. Dünyadayız. Neşeli aldatmaca, aldanmacalar… Uzun, mutsuz sonlu bir yaşama hoş gelmişiz. Kaynağından değil de mış gibi olandan beslenip kendimizi unutarak, o kirli sularda debelenmeye dünden razıymışız.
İnsan diyebileceğimiz az bir kesim, ışığın aydınlattığı iki kapı arasında koşturur, anlam arayışı hiç bitmez. Huzursuz ve tedirgindir, kendini çoğu zaman zayıf ve çaresiz hisseder. Söylenir, mırıldanır, o iki aralıkta gider gelir. Fazla gürültü çıkardığı, diğerlerini rahatsız ettiği için öldürülebilir. Gözünün yaşına bakılmaz bu kendini bilmezlerin. Sürekli hadleri bildirilir. Eğer bunlara ayar verilmezse sayılarının artması işten bile değildir. Diğer bir çoğunluğu ise ayağa kalkmaya, akıl etmeye üşenir. Dünya arenasında, modern platformlarda önlerden bilet kapmaya bakar. Diğerlerinden daha iyi görmek, daha iyi işitmek için ne gerekirse yapar. Rüşvet verir, kavga çıkarır, birbirlerinin gözlerini oyarlar. Yerlerini aldıktan sonra izlerler gölgelerin sunumlarını.
Dehşet verici gölgelerin içinden sıyrılıp serin ve tatlı bir ışıkla yıkanmak için durmadan, yorulmadan koşturur akıl. Oysa gölgelerin kaynağı kavuşmayı arzu ettiği ışığın ta kendisidir. Onlar her zaman birliktedir.
Işık sonsuz bir kaynak, gölge ise onun ortaya koyduğu eseridir. Işığın elleri titremez, öyle güzel yazar ki gerçeği, yansıttığı gölgelere bakanların gözü, artık bu yanılsamadan başka bir şey görmez olur. Zaman zaman bir kukla oynatıcısı gibidir ışık. O nasıl isterse öyle şekillenir nesneler. İpler daima onun elindedir. Gölgeler sürekli yer değiştirir. Işık nereyi işaret ediyorsa gölge orada derinleşir ve titrer. Derinleşen ve titreşen bu oyuncağı takip eden, ona tapan gözler, tek gerçeğin o olduğu kanısına varır. Oysa o, sadece hayali bir kukladır. Işığın hayat perdesine yansıttığı gölgeler, zehirli bir inanç haline dönüşür. Gözleri olduğu halde görmez olur insanoğlu. Artık gerçeği çarpıtıp bulanıklaştıran, sadece nesnelerin gerçek formlarını ortaya koyan gölgeler vardır. Bu oyunu başlatan ışık, iyi bir öğretmen, kukla oynatıcısı, atom mühendisi, duruma göre şefkatli ve korkutucu gücün sahibidir. İnsan ona ulaşmak için önce güvenli karanlığını terk etmeli, gözlerini gölgelerden ayırabilmelidir.
Platon’un mağara alegorisinde gölgelerin aldatıcı, oyalayıcı ve nasıl da yanıltıcı olduğu anlatılmaktadır. Mağaradaki tutsakların gözü, duvara yansıyan gölgelerden başkasını görmemektedir. Bu da tek gerçekliğin ve hayatın bundan ibaret olduğu düşüncesinin sağlam bir inanca dönüşmesine sebep olmaktadır. Bir gün, birkaç tutsak mağaradan kurtulup kendini dışarı atınca gerçek hayatla karşılaşır. Burada olmak büyük bir şaşkınlık yaratır ve onları neredeyse hasta eder. O zamana kadar sıkı sıkıya bağlı oldukları inançları kökten sarsılmış, zihinlerine yapışan gölgeler ışık karşısında bir bir erimiştir. Geride bıraktıkları, mağaradakilerin bildiklerini sandığı her şey, bir anda anlamını yitirmiştir. Peki, onları nasıl ikna edip kendilerine çekecek, dışarıdaki ışığa yöneltecekler? Neredeyse imkansızı deneyecek ve belki de gölgelere tapan bu insanlar tarafından linç edileceklerdir. Dışarıdaki ışık güneşten, mağaradaki ateştendir. Güneş, doğal olandır. Ateş biri ya da birileri tarafından yakılandır.
Biz güneşi gölgeye delil kıldık ( Allah’ın sözleri)
Işık, atomlarıyla bir bütün olarak vardır. O hep var olacaktır. Gölge ise ışığın yansımasının ortaya koyduğu titreşimlerden başka bir şey değildir.
Başta da dediğim gibi insan neden burada, dünyada? Neden doğdu? Aklının karanlık odalarından nasıl çıkar insan? Sonsuz sandığı ömrü, sayısız sandığı nefesi tükendiğinde elinde ne kalır? Eski çağlardan bu yana insanlar bu sorulara kafa yordular. Kolektif olarak kendilerine aktarılan inanç biçimleriyle cevap aradılar. İlkel toplumlar, karanlığın karşısına ışığı koydu onu ilah edindi. En temel ihtiyacı olanı, yolunu aydınlatanını gökyüzünde buldu. Sanatla, felsefeyle tarif etti ışığı ve gölgeleri. Ateşle ısındı, ondan meşaleler yaptı. Yakıcı ve çarpıcı olan ışıktan zaman zaman korktu da. Böylece, iyilik ve aydınlığı temsil eden ışık, aynı zamanda kötülük ve korkuyla da bağdaştırıldı. Işık ve gölge; hem ilahi hem de sıradan, yeryüzüne ait kavramlarla ilişkilendirildi.
Yunan mitolojisinde ışık ve gölge aynı kandandır. Prometheus’un çaldığı ateş insanlığa acıyı tattırmış, ışık, karanlığı öğreten en iyi öğretmen olmuştur. O hareketlidir. Yerinde duramaz ve değdiği yerde titreşen izler bırakır. Kırılıp büküldüğünde, yavaşladığında sahneyi gölgeler doldurur çünkü asıl olanın varlığında gizlenmiştir. Gerçeğin kıvrımlarını, sertliğini ya da yumuşaklığını görebilmek için gölgelere ihtiyaç duyulur. Tezatlar birbirini doğurur. Nasıl ki iyiliği anlamak için kötülüğü tatmak gerekir, aklının gölgelerinde aydınlanan kişi de gerçek ışığa kavuştuğunda yolunu çizebilir. Işık, kutlu bir motiftir. Tanrıları, gücü, bilgeliği betimlemek için kullanılır. Türk destanlarında, gökyüzünden aşağı süzülen mavi bir ışıkla ürer ulu ağaç. O, yaratan, var edendir. Bilginin kaynağıdır. Karanlık, gece ve gölgelerse tipsiz, şekilsiz yaratıkları temsil eder. Türk mitolojisinde birbirinin zıttı olanlar aynı zamanda tamamlayıcısıdır da. Bilmek, öğrenmek de böyle bir şey değil midir? Işığın dokunduğu yerde var olur gölge, kendi başına olmaz. Gölge ile şekil ortaya çıkar, zihin onu algılar. Sonuçta ışık gölgeyi doğurur, gölge nesneye anlam kazandırır. Bilgeler buna zıtlıkların dansı, ikili denge de der.
Ressamlar çoğu zaman ışık, gölge ve renk oyunlarıyla zıtlıkların mücadelesini anlatırlar. Bu zıtlıklar, insan ruhunun derinliklerindedir. Karanlığı öğrenmek için ışığı bilmeli, iyiliği istemek için kötülüğü görmeli, aldanmamak için aldatılmalıdır. Zıtlıklar öğreticidir. Işık ve gölge, modern sanatın her alanına ilham vermiş, özellikle modern insanın içsel, duyusal sıkışmışlığını yansıtmada metaforik bir güç olarak kullanılmıştır. Işık gölgeyi doğurur bilgisinden hareketle; insanın algıladığı ayrıntıların, renklerin, titreşimin de buna bağlı olduğunu söyleyebiliriz.
İnsan, hayat sarmalında sıkışmış, derin bir kuyuda hapsolmuş duygusunda iken bile ışığın kaynağının kendi içinde olduğunu fark ettiği anda işler değişecektir. Aklını kör eden, onu yanıltan gölgelerden yüz çevirecektir. Çok daha zor ve sıkıntılı bir aydınlanma onu başkalaştıracak, biraz neşesini bulmak, biraz oynamak, oyalanmak istese de içi elvermeyecektir. Işığın kaynağı insanın ta kendisidir. Bunun farkına vardıktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

Emel Altuntaş, Bafra’da doğdu. Uludağ Ün. İ.İ.B.F Maliye bölümünden mezun oldu. İkinci üniversite olarak Anadolu Üniversitesi Açık Öğr. Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü tamamladı. Uzun yıllardır devam eden profesyonel sigortacılık kariyerinin yanı sıra yapıya gönül verdi. Edebiyat dergilerinde yayınlanan öykülerinin yanı sıra, kolektif olarak yayınlanan Uykunun Gözleri adlı öykü kitabının da yazarlarından biri oldu. Ayrıca müzik alanında çalışmalar yapan Altuntaş, şu an ilk bireysel bir öykü kitabının hazırlıklarını da sürdürüyor.

