Gaye Aybar
Yara, sevgi açlığı çekiyor ve neye aç olduğunu bilmediği boşluğunu alışverişle ve aldıklarını istifleyerek gidermeye çalışıyordu. Bu yetmezmiş gibi midesini tıka basa doldurduğunda içinde hissettiği tokluğa aldanıp geçici rahatlamalarla acısını bastırmaya çalışıyordu. Tüm bunlar ızdırabının daha da büyümesine, çeperlerinin daha da genişlemesine sebep oluyordu. Üzerini pansuman etmeye çalıştığı acı veren anı tozları küçük boşluklardan sızıp geçmişe ait seslere karışıyordu. Bu sesler, bedeninde yankılanan darbelere dönüşüyordu: “Bize bak. Bizi duy.”
Her sabah işe giderken acıtan yerlerini pahalı giysilerin içinde ve attığı kahkahalarla gizlemeye çalışıyordu. Her kaçışı yeni çatlaklar doğuruyordu.
Bir gün Kabuk isminde bir şifacı ile tanıştı. Kabuk, tanınmış, güven veren biriydi. Belki de ona şifa verecek kişi O’ydu diye düşündü Yara. Kabuk, akıllıydı ve ilk tanıştıkları gün Yara’nın ondan beklentisini gözlerinden okumuştu. Tüm bu bilgeliğine rağmen ona kayıtsız kalamıyor ve neredeyse her gün buluşuyorlar; yok kahve, yok yemek derken zaman geçirmekten keyif alıyorlardı. Yara ne zaman Kabuk’la yan yana gelse ızdırabının dindiğini, giderek çeperlerinin küçüldüğünü fark etmeye başlamıştı. Kabuksa Yara için yeni şifacılar buluyor ve onun iyileşmesine destek olmaya çalışıyordu. Bazısı işe yarıyor, bazısını elinin tersiyle itiyor, bazısından şikayetçi oluyordu.
Kabuk, kendiyle baş başa kaldığı bir gün kalbinin ortasında bir sızı fark etti. Baktı ki bir yara. Üzerini örtmek için malzeme aradı bulamadı. Malzemesini hoyratça arkadaşı Yara için boca ettiğini, gece arasa gittiğini, gündüz gel dese önce ona uğradığını hatırladı. Yarasının içinden çıkan bir ses “Neden bunu yapıyorsun?” diye sordu. “Bilmiyorum,” dedi. “Diğerlerinden farkı ne?” Artık her yakınlıkları kalbinin üzerindeki yarasını giderek kanatmaya da başlamıştı. “Farkı ne?” sorusu ise kanayan yaradan tekrar yankılandı.
Bir gün Yara’nın onun arkasından konuştuğuna şahit oldu. Yanına gitti ve bunu onunla konuşmak ve ne kadar kırıldığını söylemek istedi. Yara, ondan aldıklarıyla karşısında daha güçlü ve sağlam duruyordu. Onun kırgınlığını umursamadı bile. Dinlemeye tenezzül etmedi. Kabuk bir anda neye uğradığını şaşırdı. Karşısındaki yıllarını verdiği kişi kimdi?
İş yerine gitti. Elini kalbine koydu, eli kan içinde kalmıştı. Bir peçete bulup yarasına bastı. Bir süre kanın durması için bekledi. Peçeteyi göğsünden çektiğinde üzerinde kanla yazılmış bir kelime gördü: ‘Yalnızlık.’ Harfler titreyip sayfaya sığmayan bir nakarat gibi çoğaldı: “Yalnızlık, yalnızlık, yalnızlık.”
Bir akşam Yara onu aradı, acil olarak ona ihtiyacı vardı. Görüşmedikleri zaman içinde Yara’nın ızdırabı artmış ve çare olarak Kabuğu aramıştı. Kabuk yanına gitmedi, ona birkaç öneride bulundu ve telefonu kapattı. O sırada kendi yarasının çeperlerinde küçülme fark etti. Evet, Yara’dan uzak kalıp kendini, dostluğun anlamını, Yara ile olan biteni düşünmeye ve bu yalnızlığa ihtiyacı vardı.
Altı ay geçti. Kalbinin üzerindeki yara giderek küçülmüştü. Bu süre zarfında Yara ile hiç görüşmedi, Yara da onu aramadı, uğramadı. Yara’dan çok onun Yara’yı ziyaret ettiğini, hadi birlikte bir şeyler yapalım dediğini fark etti bu süreçte. Teklifleri daha çok kendisi getiriyordu. Yara ise ne zaman ızdırap çekse onu arıyordu.
“Hm” dedi, “diğerlerinden farkı neydi?” Bir süre sessizlik oldu. Sağır olduğunu sandı, o kadar sessizdi ki her yer. Tam göbek deliğinin oradan içerden başlayan ve aşağıdan yukarı boğazına doğru yayılan incecik bir ses soprano edasıyla giderek kreşendo şeklinde yükseliyor yükseliyor ve karnını yırtıyordu. Yüksek tiz bir sesle haykırırken buldu kendini “Çok yalnızım.”
Yıllardır şifa verdiği kişiler dışında kimseyi görmediğini fark etti. Sessizliğin ortasında, yarasının söylediği kelime göğsünde yankılandı. Belki de fark buydu. İliğine kemiğine kadar artık o kadar yalnızlık hissediyordu ki gidip kendine Yara’yı dost edinmişti. Kendine yaptığı bu itiraf ile yarasının olduğu yerden güm diye kapanan bir kapı sesi duydu. Kafasını eğip kalbine doğru baktı yarası tamamen kapanmıştı. Yüksek sesle bir “Oh” boşaldı içinden.
Geçen altı ay boyunca fark ettiği bir şey de Yara’yı da onun dostluğunu da özlemediği oldu. Dostluklarda ona göre arkadan konuşma kabul edilemez bir şeydi. Dostlar birbirini kalpten duyabilirse bu dostluk olurdu. Üzüldü, ama bu ona şifa veriyordu. Sonra telefonuna bir mesaj geldi. Yara, yazmıştı. “Nasılsın? Özledim seni.” Önce “İyiyim” yazdı ve sonra “Ben seni özlemedim” yazdı. Yara bunu okuduğunda deliye döndü ve onu suçlamaya başladı. Kabuğa yazdığı her acı söz, kendine dönüp bir kıymık gibi saplanıyordu. Kabuk da ona “Sen benim şifacılığıma güvendin bana değil” yazdı. Yara, bunu okuduğunda daha da öfkelendi ve iyileşen yerlerindeki kabuklar patlayıp ondan uzaklaşmaya ve Kabuğa doğru dönmeye başladılar. Kabuk “Sen bana güvenseydin arkamdan konuşmaz yüzüme söylerdin” dedi ve bu son sözü oldu.
Kabuk günler sonra anonim bir yazıya denk geldi. Şöyle yazıyordu: “Kimin yarasına kabuk olursan ol, iyileştirdiğin an düşersin.”


