Zeynep Pınarbaşı
Mahallenin ortasında çeşme ilk kez kan akıttığında kimse itiraf etmese de herkesin aklına aynı gün geldi. Dalga dalga yayıldı kanlar sokaklara. Rüstem bakkal elinde defteri sayfaları çevirdikçe gözlerini kırpıştırarak etrafa bakarken göz pınarlarından çıkan kanlara engel olamadı. Dalga dalga yayıldıkça kanlar sokaklara Rüstem her sayfada biraz daha eriyip kayboldu.
Rüstem’in bittiği sabah avucundaki defteri alan Kadriye sallana sallana yürürken eteklerinin çamur olmuş uçlarını savurdukça defterden bir sayfa dönüyordu. Mahalle bakkalının hesap defterinin son sayfasında müşterilerin ödedikleri paralar değil, kaybettikleri şeyler yazılıydı. Kadriye akıp duvarların altında kaybolduğunda çeşme hiç durmadı. Defteri eline alanın gözü kanlandı.
Mahallede kızlar büyümez oldu. Çeşmenin adı Bodur Kız Çeşmesi, mahallenin adı Üremezgiller oldu. Her kim mahalleye gelin alıp gelirse, gelinler solar, bodur kızların eğlencesi olurdu. Adı çıktı Üremezgiller’in akın akın geldiler kanlı çeşmeye, bodur kızları görmeye. Annem, defteri alıp okumaya çalışanların, göz yaşlarını toplayıp kavanozlara koyardı. Bir gün içlerinden biri düşüp kırıldı. Yuvarlandı bir top oldu kanlı göz yaşları çeşmenin duvarlarının dibinde kayboldular. Babam çeşmenin altına tünel kazdı. Biriken göz yaşlarını toplayıp mahallenin ortasına yaptırdığı cam fanusun içine koydu. Bodur kızları yüzdürdüler kanlı fanus içinde. O günden sonra kızlar kanamaz oldu.
Kızların kanının çekildiği sabah dedemin sakalında kızıl çiçekler açtığını gördüm, her biri rüzgarla konuşuyordu. Tüm dedelerin çenelerinde kızıl çiçekler açtığında, dalgalar çiçeklerin dilini bodur kızlara taşıdı. Kızların kanları çekildi. Bodur kızlar fanusa sığmaz oldu.
Kanlar sokaklara dökülmezden önce, çocukken gölgemizin bazen bizden ayrılıp sokaklarda gezindiğine inanırdık. Şimdinin kızıl sakallı dedeleri o zamanların babalarıydı. Gölgelerimiz onların peşinde dolanır, olanı biteni izlerdi. Babam toplardı gölgeleri, tek tek veresiye defterinin içine koyar üstüne kalemle bastırır. Yazar da yazardı.
Baş baba bakkal Rüstem’di. Kızlar bodur kalmazdan önce bakkalın sığınağında kızıl dedelerden saklanır, annelerinin eteğinde taze meme uçlarından beslenirdi. Annelerin memeleri pörsüyüp, kızlarınki baş verince babam Rüstem’in kalemini kırdı.
Kızıl sakallı dedeler bir olup babamı çeşmeye bağladı. Kan akmazdan önce suya verdiler babamı. Öldüğünde teni toprağa değil gökyüzüne aktı, bulutlar bir hafta boyunca onun sesiyle yağdı.
Bakkal Rüstem çeşmeye karıştı. Bodur kızların hayalleri ninemin sol avucunda saklı eşyaların küçük dünyasında kaldı. Sıkı sıkıya sakladı ninem onları. Bodur kalmazdan önce memeleri uç vermeden bana hamile kalan annemin boyu uzadı. Bedeni genişledi. Karnına bir kız çocuğu sığdırdığında beşiğin altında saklanmış bir çift kırmızı ayakkabı düşlerinin anahtarıydı.
Babam bulut olmadan önce evin içinde huzur sandığımız bir rüzgâr vardı. Dört duvarın arasında herkes birbirini sever, sofralar kurulunca şen kahkahalar atılır, derisi çatlamış avuçlar çocukların saçlarında gezinir, anne babanın yüzünden mutluluk akardı. Ne zaman evin içinde birbirinden ayrılsalar bir arazı çıkardı hepsinin.
Dedemin kızıl sakalı oynar, ninemin ağaç bastonu bilenirdi. Babam ahraz bir çocuk gibi lafları ağzında geveler, homurtularından başkası duyulmazdı. Annemin rengi değişirdi. Kızıldan, mora, mordan sarıya dönerdi. Avuçları bulaşık suyunun içinde çitilerdi her şeyi. Suyu izlerdi, köpüklerin içinden kayboldular, diye kendine haykırırdı. Deftere yazılmayan günahlarını sayar onları izlerdi. Tabaklar tertemiz ruhu biraz daha ağırdı.
Tüm bunların peşine bir ninni yayılırdı evin içine babamın dili açılır, kardeşimin uykusu gelir, dedemin sakalı beyaza dönerdi. Ben olan biteni kanlı göz yaşlarıyla dolu kavanozun içinden izlerdim.
Köhnemiş evde mutfak dolaplarının içine dizili kanlı kavanozlara bakıyorum. Gece yarısı annemin bulaşık suları doluyor lavabonun içine, pilleri akmış radyo çalmaya başlıyor. Annemin dilinden dökülen ninnin melodileri yankılanıyor soluk duvarların arasından.
Çocukluğumun yağmurlu günlerindeki gibi eriyor evin duvarları, sıvaların altından büyükannemin hiç anlatmadığı bodur kızların hikayeleri sızıyor.
Dedemin duvara asılı solmuş fotoğrafı çarpıyor gözüme. Yanında irili ufaklı çocuklar mahallenin gülen yüzleri. Bir tek kızlar kanlı gözlerle bakıyor. Annemin avucunda bir kavanoz. Dizilmişler dedemin dükkanının önüne kocaman Bakkal Rüstem yazıyor. Yanında babam daha bıyıkları çıkmamış, dedemin yanında büzülmüş.
Bakkal dükkanının kapısındaki ayna sadece yüzleri değil, insanların içindeki pişmanlıkları da yansıtırdı, alışveriş yaparken bazen göz yaşlarını saklamak zorunda kalırlardı.
Göz yaşlarına sığınanlar, bedenlerinde açılan yaraları diktirmek için Terzi dükkanına koşardı. Makaslar iplikleri değil zamanı keserdi. Pişmanlık saatlerini yamardı terzi açılmış yaraların üzerine. Her yamanın üzerinde işlenmiş bir bodur kız suratı vardı. Bodur kızlar pişmanlıkların zaman yiyenleriydi. Kayıp zamanlarla beslenirlerdi. Aileleri onları ararken geçen her dakika yamalı bedenlerin hayatından çaldı.
Üremezgiller mahallesinin sakinleri akıl yoksunu, beden eksikli çocuklarla doldu. Ben bir kan pıhtısı olarak kaldım kavanozun dibinde kardeşimin karnında büyüdüm. Doğduğumda kırmızı ayakkabılar giydirdiler ayaklarıma, ayaklarım kayboldu içinde. Annemin düşleri delik tabanından düşüp kaybolmuştu. Babam damlıyordu rugan derisinin üstünden. Tüm bunlar harap sinemanın yırtık perdesinde oynuyordu. Hiç vizyona girmemiş filmler oynatırdı açık sinema, kendi hayatlarını perdede görürdü, kanlı çeşmenin sakinleri.
Her film yenisini doğururdu perdenin içinde, bir kan pıhtısı bir sonrakinin bedenine dönüşürdü. Rüstem’in bakkalında sömürdüler taze etleri. Kimsenin beyaz teni olmadı Üremezgiller mahallesinde, çakıl taşlarıyla kaplı bedenlerini taşıdı bodur kızlar.
Bir tek annem büyüdü, annem de beni karnında taşıyan bir bodur kızın annesiydi. Kimsesiz bir kan pıhtısı olarak kaldım kavanozun içinde. Mahalle mezarlığının girişindeki demir kapı her gıcırdadığında bir ölümün itirafı duyulurdu. Topraklar titrer hangi taze bedenin canına hangi Rüstem kıydıysa anlatırdı.
Mahallenin ortasındaki mavi telefon kulübesindeki eski telefon bazen çalardı açıp ahizeyi kulağına götürenler kendilerinin sesini duyardı. Rüstemler rüstemler rüstemler….
Sokak lambalarının ışığında bekleyenler bazen gölgelerin kendilerinden önce yürüdüğünü görürdü. Gıcırdıyan kapılı mezara yürürdü aceleci gölgeler.
Ninni çalan arızalı radyoyu kırdım, köhne evin duvarlarından akan yağmur damlalarını dalgalara dönmeden kavanozlara koyup mezarların üzerine döktüm.
Tüm Rüstem kulların ruhuna Fatiha okuyup, eksik bedenli çocuklardan af diledim.

Zeynep Pınarbaşı için her şey mektuplarla başladı. Sonra şiirler geldi. Ardından iç dökmeler… Yıllar kelimeleri kovaladı, o da peşinden gitti. Şimdi sırada öyküler var. Yazdı, yazıyor.


