Sinan Cem Çamözü
Zindan Adası (Shutter Island), gerilim türünü kendi sınırlarından taşıran ve izleyici üzerindeki etkisini seans bittiğinde bile sürdürmeyi başaran bir film. Martin Scorsese, izole bir adada geçen bu hikâyede yalnızca kaybolan bir hastayı arayan iki polis memurunu anlatmıyor; aynı zamanda insan zihninin acıyla kurduğu karmaşık ilişkiye, inkârın yapısına ve savunma mekanizmalarının karanlık gücüne de bakmamızı sağlıyor.
Leonardo DiCaprio’nun Teddy Daniels’ı, bir polis memurundan çok, gerçeğin ağırlığını kaldıramadığında ondan kaçan modern insanın temsilcisi gibi. Teddy ve ortağı Chuck Aule, basit görünen bir kaybolma vakası için Shutter Island’a ayak basıyor. Ancak adanın sisli atmosferi, kısa sürede bir soruşturmadan çok Teddy’nin zihninde açılan labirente dönüşüyor. Film, adadaki her ipucunu, Teddy’nin geçmişine açılan bir gedik gibi kullanarak bizi hem gerilimin içinde tutuyor hem de karakterin bastırdığı acılarla temas ettiriyor.
Adada kayalıkları döven dalgalar, Teddy’nin içindeki karmaşanın neredeyse doğal bir uzantısı. Savaşın yaraları, karısının ölümü, kaybolan çocukların hayaleti…
Teddy ne kadar yeni bir hikâye inşa etmeye çalışsa da, dalgalar onu hep aynı kıyıya, eski gerçeğe vuruyor. Bu yalnızca görsel bir şov değil; zihnin, gerçekle hayal arasındaki o kırılgan geçici de simgeliyor.
Gerçek hayatta da benzer bir döngüden söz edilebilir mi?
İnsan unutmaya çalışıyor, üstünü kapatıyor ama hiçbir şey tamamen kaybolmuyor. Uygun bir tetikleyici, yıllarca sessizce duran acıyı yeniden canlandırabiliyor. Bu açıdan bakınca film, bastırılan travmaların görünmezliğini değil, geri dönüşünün kaçınılmazlığını gösteriyor.
Film duvarlarla da çarpıştırıyor izleyicisini. Ashecliffe Hastanesi’nin taş duvarları ise yalnızca bir akıl hastanesinin mimarisi değil; baskının, kontrolün ve inkârın dışavurumu.
Teddy, bu duvarların içinde dolaşırken aslında kendi zihninin çok daha yüksek duvarlarıyla mücadele ediyor. Gerçeği kaldıramadığı için kendine “Ajan Daniels” adında yeni bir kimlik kuruyor. Komplo teorilerine sığınması, zihnin acıyı ertelemek için kurduğu bir sığınak gibi; geçici, güvenli görünen ama giderek daha fazla izole eden bir yapı.
Film, insanın acıdan kaçmak için ördüğü bu duvarları berrak biçimde gösteriyor. Teddy’nin kurduğu kimlik, yalnızca gerçeği geciktirmiyor; onu kendine yabancılaştırıyor. Zihnin koruma içgüdüsü, bazen kişiyi güvende tutmak yerine daha büyük bir karanlığa itebiliyor.
Soruşturma ilerledikçe film dış dünyadan iç dünyaya doğru kayıyor. Teddy’nin adadaki araştırmaları, giderek kendi zihnindeki eksik parçaları birleştirme çabasına dönüşüyor. Her sorgu, aslında kendine yönelttiği bir soruyu temsil ediyor. Ve sonunda gerçek açığa çıkıyor: Teddy Daniels aslında Andrew Laeddis. Karısının ölümünün ardından akıl sağlığını yitirmiş ve dayanabilmek için kendine başka bir hikâye yaratmış. Adaya gelişi gerçeği bulmak için değil, ondan uzaklaşmak için.
Bu noktada film, izleyiciye sade ama sert bir soru yöneltiyor: Gerçekle yüzleşmek mi daha acı vericidir, yoksa ondan kaçmanın bedeli mi? Kaçış, kısa bir konfor sunsa da ertelenen gerçekler kendini mutlaka hatırlatmıyor mu?
Zindan Adası bu nedenle yalnızca Teddy’nin hikâyesi değil. Bizim zihnimizde zaman zaman adalara da işaret ediyor. Unutmak istediğimiz her şeyin, uygun anı bulduğunda yeniden kıyıya vurabileceğini anlatıyor bize. Ertelediğimiz gerçeklerin yükünü küçültmediğini, aksine görünmez biçimde büyüttüğünü hatırlatıyor.
Tüm bunları unutup filme bambaşka bir açıdan da bakmak mümkün. Zindan Adası’nı izlerken Teddy’ye inanmak da mümkün, hatta film bunu özellikle istiyor. Scorsese’nin en büyük oyunu burada başlıyor. Film boyunca Teddy’nin gözünden gösteriyor her şeyi, onun algısına mahkûmuz. Ya her şey bir komploysa? Ada, hastane, dalgalar, duvarlar, doktorlar… Belki de hepsi Teddy’i delirtmek içindi…
Bu konuda kararı izleyiciye bırakıyor film. Scorsese verebildiği kadar ipucu veriyor ve bize daha büyük bir soru bırakıyor:
“Haklı olup, olmamanın ne önemi var? Önemli olan çekilen acı değil mi?”


