Nilgün Karataş
“Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi
tıkanıp kalmış biri için,
dünyanın kendisi kötü bir düştür.”
Sylvia Plath, Sırça Fanus
-İsimsiz bir kurgu kadına-
Rol yapabileceğini göstermek için eliyle reveransa benzeyen bir hareket yaptı. Bileğini kaldırdıkça parmakları da hareket etti. Serçe parmağı ötekilerden ayrı kaskatı kaldı havada.
Kaskatı havada kalan bir serçe parmak.
Romanın en önemsiz cümlesi olabilir. Kırmızı çiçekli elbisenin altında kıvrılan kalçalar, parlasın diye sürekli taranan saçlar, öpülesi dudaklar varken bir serçe parmağa kim bakar ki? Suretini özene bezene yaratan yaratıcısının kaosun ortasına fırlatıp attığı bir kadının serçe parmağına hele de.
Yalnızca bir kadındı o, bir kadının ne olması gerektiği gibi.
Sürtüğün teki! Aranıyor! İnsanın başını belaya sokar! Aman uzak durmalı.
Onun sadece güzelliği vardı, geri kalan her şey boştu.
Bir ismi bile yok bu kadının; varlığı bir sıfattan ibaret: Curley’nin Karısı.
Engels, kadının özel mülkiyetin bir parçası olarak görüldüğünü söylemiş ya o da öyle bir şey, birey bile değil, Curley’nin “sahip olduğu” bir nesne. Hepsi bu kadar. Geri kalan her şey boş.
Oysa bir hikayesi vardı; anlatmak istiyordu, dinleyen birini bulsa tüm ayrıntılarıyla ballandıra ballandıra anlatmaya pek hevesliydi.
Konuşacak kimsesi yoktu, o kadar yalnızdı ki; koca çiftliğin her bir tarafını dolaşırdı, salına salına, bakına bakına. Sanırsın ki hemen oracıkta teslim edecek bedenini, sevişecekti kuytu köşelerin birinde, herhangi biriyle.
Sürtüğün teki ya! Aranıyor!
Evet aranıyor aslında, sadece konuşabilecek birini bulabilmek için.
Sonunda ahırın köşesinde Lanny’i buldu; koca cüsseli çocukadam konuşmaya yanaşmıyordu bir türlü. Çünkü George sıkı sıkı tembihlemişti, çünkü George onun ortalığı karıştıracağını söylüyordu. O sırada seveyim derken yavru köpeği öldürmemiş olsaydı, kadın bu suça tanıklık etmeseydi yine dinlemezdi Lanny onu. Susması için dinledi. Mecbur hissetti kendini. Böylece hiç bilinmeyen bir hikaye çıktı ortaya.
“Kimsenin benim nasıl bir hayat sürdüğümü gördüğü yok” diye anlatmaya başladı. “Sana bir şey söyleyeyim mi benim eskiden farklı bir hayatım vardı” dedi, dinleyicisinin ilgisini çekmek için.
Bir zamanlar bir şeyler becerecekmiş de aslında ama… Bir sır verirmiş gibi konuşmaya başladı: Belki hala becerebilirdi.
Umut izbe bir ahırın karanlığında bile gösterebiliyordu kendini. Yaratıcı başka bir romanda yazmıştı; umut insanı ayakta tutar, umut güzel şeydir…
Ama umutlarımızın kontrolsüz bir şekilde büyümesine izin verirsek, gerçekleşmediği zaman yaşadığımız hayal kırıklığı da o denli büyük olur, diye de eklemişti.
O da umutlarını hayal kırıklarını büyütecek kadar büyütmüştü içinde.
Salinas’ta yaşıyormuş -bir de hemşerisiymiş yazarın- çocukken yerleşmiş oraya. Bir gün bir tiyatro grubu gelmiş, erkek oyunculardan biriyle tanışmış. Onlara katılabileceğini söylemiş; ama annesi bırakmamış işte. Daha 15 yaşındaymış. O da izin veremezmiş. Ama adam ısrarla gruba katılabileceğini söyleyip durmuş. O zaman gitseymiş onlarla farklı bir hayatı olurmuş!
İsmi ile çağrıldığı farklı bir hayat. Neden olmasın? Denenmemiş bir olasılık! Denenmemiş.
Sonra başka biriyle tanışmış, film işindeymiş adam. Riverside Dans Kulübü’ne gitmiş onunla, adam onu filmlerde oynatacağını söylemiş.
Bu iş için yaratılmış o!
Öyle demiş adam. Hollywood’a dönünce ona uygun bir rol bulup mektup yazacakmış. O mektup eline hiç geçmedi. Hep annesinin çaldığını düşündü.
Sordu annesine “Mektubu sen mi aldın?” diye, “Hayır” dedi.
O da Curley ile evlendi. Riverside Dans Kulübü’ne gittiği o gece, orada tanışmıştı onunla.
Bir an durdu ve “Dinliyor musun beni” diye sordu.
“Dinliyorum tabi.”
“Daha önce hiç kimseye söylemediğim bir şey söyleyeceğim sana şimdi. Belki de söylememeliyim ama söyleyeceğim işte. Ben Curley’i sevmiyorum. İyi biri değil o.”
Lennie’ye bir sır vermenin rahatlığıyla iyice sokulup yanına oturdu. Anlattı, hiç gerçekleşmeyen olasılıkları. Filmlerde oynayabilirdi, güzel elbiseleri olabilirdi, artistlerin giydiği o güzel elbiselerden. Büyük otellerde kalabilirdi. Fotoğrafları çekilirdi sürekli, galalara giderdi, radyoda konuşurdu. Cebinden tek sent bile çıkmazdı. Filmlerde oynadığı için her yere davet edilirdi. O adam oyuncu olmak için yaratıldığını söylemişti ya…
Başını kaldırıp Lennie’ye baktı rol yapabileceğini göstermek için eliyle reveransa benzeyen bir hareket yaptı. Bileğini kaldırdıkça parmakları da hareket etti. Serçe parmağı ötekilerden ayrı kaskatı kaldı havada.
Hiç yaşanmamış olası hayatını anlattı celladına, ölmeden birkaç dakika önce. Gerçek ile hayal arasındaki sınırı nerede aştığını hiçbir zaman öğrenemeyecektik artık.
Işıklara yürümek diye bir şey varsa, yürümüş olmalı…
Tek hayaliydi.
O kadar yalnız, o kadar hiçbir şey bilmiyordu ki, rol modelleri filmlerde gördüğü artistlerdi. Çünkü sadece o kadınlar mutluydu bu hayatta. Onlar güzel oldukları için mutluydu, değil mi? Gülümserlerdi, dans ederlerdi, her şey yolunda giderdi. Güzel elbiseler giyerlerdi, büyük otellere giderlerdi, davetlere konuk edilirlerdi.
Mutlu olmanın sırrı bu olmalıydı: Güzel olmak.
Dudaklarını kıpkırmızı boyadı, saçlarını dalgalandırdı, kalçalarını kıvırtarak yürüdü. Mutlu kadınlar böyle yapıyordu çünkü. O da mutlu olmak istiyordu. Bir aynanın karşısında, yalnız başına rol keserek mutlu olmak için çabaladı, kısacık hayatı boyunca.
Ah o mektubu annesi çalmış olmasaydı.
O mektup hiç yazılmamış mıydı yoksa?
Ne fark eder ki? İşte buradaydı ve ölmüştü.
Daha birkaç dakika önce Lennie, “Biz de bir çiftlik alacağız.Tavşanlarım olacak” dediğinde neşeyle, gülümsemişti. Asla gerçekleşmeyecek bile olsa hayallerin insanı nasıl ayakta tuttuğunu biliyordu. Ha Hollywood’un ışıkları, ha küçük bir çiftlikteki tavşanlar. İkisi de aynı şeydi: Gerçekleşmeyecek düşler.
Arkasından kimse ona “Curley’nin Karısı” demeyecekti artık, muhtemelen bu sıfatı başka bir kadın yüklenecekti.
O, adı olmayan bir kadın olarak yaşadı, adı olmayan bir kadın olarak öldü. “Kadın doğulmaz, kadın olunur” diyen Beauvoir’ı tanısaydı, artistler yerine bir yazara hayran olur muydu acaba? Sanmam. Tanımadı. Bilmedi. Olabileceği kadar kadın oldu işte!
Dedikoducu edebiyat perileri araya giriyor, fısıldıyorlar kulağıma: Beauvoir neden kızmıştı ki Steinbeck’e acaba? Ben Doğan Hızlan’ın yalancısıyım; onuruna verilen yemeğe gitmiş de, yazarın yanına yaklaşmadan, ayrılmışmış. Zihnimde ne kurgular, ne kurgular…
Hayallere dönelim biz yine… Er ya da geç gerçek olabileceğini düşünerek iyi kurgulanmalı hayaller; onunkiler paralel evrenlerin birinde gerçek olur gibi oldu da bir zamanlar bir şeyler becerecekmiş de aslında ama… cümlesini aşamadı. Sığamadığı roman sayfalarından çıkıp sinema perdesine yansıtıldı sureti defalarca; güzel elbiseler giyen, güzel artistler canlandırdı onu. Mutlu olamadı yine de makus talihini bir türlü yenemedi.
Cinsiyet belası! Kadınlık toplumsal olarak inşa edilen bir performanssa, Curley’nin Karısı’nın performansı bu kadarcıktı: Femme fatale. Sanat dünyasının gizemli, baştan çıkarıcı kadın arketipi. Rolü verdiler de performansın sınırları belli. Çiftlikteki erkekler gibi ne yönetmenler ne de senaristler yaratıcısıyla ters düşmek istemedi. Onu yaratan, onu kelimeleriyle var eden kişi bile ona bir isim vermemişken, haliyle herkes ona sırt çevirdi. Kırmızı ruj, dalgalı saçlar, çekici bakışlar. Ha bir de kıvrım kıvrım kıvrılan kalçalar. Ona yazılan hikaye bu kadar, görüntüden ibaret!
Çok mu yalnızdı? Hayalleri mi vardı? Kime ne!
Kalçaları güzeldi ama.
Yaratıcısı bile ölüsüne sahip çıkmayıp “sadece bir karşıt figür” dediğinde, onun hikayesini yeniden yazmak kimin haddine!
Oysa o da bir hayale tutunmuş, o da kendi hikâyesinin başrolü olmak istemişti. Hikâyenin asıl sahibi izin vermeyince olmuyor tabii, mukadderat. O başkalarının hikayesinin yan karakteriydi.
Şimdi, başka bir dünyada, birkaç satırla onu gerçekten var etmeye mi çabalıyorum? Bu ne cüret! Karşımda öyle bir yaratıcı var ki yenmem imkansız.
Yine de başka bir hikaye uyduruyor aklım, yaratıcısının bile sevmediği bu kadın için. Yemin ederim ama ispatlayamam, bir tezim bile var: Yazar için Curley’nin Karısı yalnızca bir kurgu karakter değil, belki de kendi hayatındaki kadınların yansımasıydı! Gençlik yıllarının öfkesiyle, belki de haksızlık ettiğini fark etmeden, kendi hayal kırıklıklarının bedelini ona ödetmişti. Belki de bu yüzden kadını, yalnızca erkeklerin dünyasında bir tehdit, bir baş belası olarak resmetmişti.
Şimdi meydan okumanın tam zamanı olabilir mi? Dedikoducu periler uçuşurken etrafımda; yaratıcının kirli çamaşırlarını döksem mi ortaya?
Ey yaratıcı; işçileri yazdın, yoksulları yazdın, toplumsallar sorunları yazdın ama ya karının anlattıkları… Gece kulüplerinde şarkıcılık yapan yarı yaşındaki ikinci eşinin sözleriyle utandırsam mı seni?
Tövbe. Haşa. Ulu Steinbeck, sana kafa tutacak değilim; bir şiire bir roman yazan kaleminin önünde saygıyla eğiliyorum. Ama be yaratıcı, Gazap Üzümleri’nde Ma Joad’ı neredeyse bir matriark olarak kurgulaman bile Curley’nin Karısı için söylediklerini hafifletmiyor nezdimde. Keşke onu öyle yarattığın için, keşke onun romana kattığı derinlik için ona değer verseydin. Keşke bu kadınla övünebilseydin. Çünkü o, yalnızca bir “karşıt figür” değil ki. O sesi duyulmayan, ışıklara ulaşamayan, kaybolmuş tüm kadınların öznesiydi. Ve belki de en çok da bu kadınlar senin kaleminin şefkatine ihtiyaç duyuyordu.
Ama farecik, yalnız değilsin…
Bu hikaye burada bitmez. Ne Steinbeck ölür ne de sen. Steinbeck’i eserleri canlı tutar, Curley’nin Karısı ise başka sıfatlarla dolaşır durur aramızda. Küçücük dünyaların içine sıkışıp kalmış, sesini duyuramayan, kendi hayatının başrolü olmasına izin verilmeyen, ismi bile anılmayan kadınlar hala yaşıyor çağımızda. Türlü türlü sıfatlar taşıyıp da kim olduğu sorulduğunda gözlerini kaçıran kadınlar. Hiç gelmeyen bir mektubu bekler gibi… Hiç varılamayan uzak ışıklara bakar gibi…
Gerçek ismini hatırlamayan kadınlarla dolu etrafımız. Bir kadının gerçekten var olabilmesi için, kendine ait bir odadan önce bir isme sahip olması gerekiyor hala…
Sylvia Plath’dan aldığım cesaretle edebiyatın kadın karakterleri üzerine yazmaya niyetlendim. Kim bilir, belki de fanusu gerçekten çatlatabiliriz. Kim bilir çatlakların arasından sızanlarla kendimize yeni hikayeler yazabiliriz.
Kaynaklar
1 Fareler ve İnsanlar (Of Mice and Men), John Steinbeck, Sel Yayınları
2 Ey İskoçlar, Robert Burns, Ketebe Yayınları
(Steinbeck, ilk romanı Fareler ve İnsanları yazarken 18. yüzyıl şairlerinden Robert Burns’ün “En iyi düşünülmüş planları farelerin ve insanların genellikle ters gider” dizelerinden ilham almış. Burns de istemeden yuvasını yıktığı bir fareden özür dilemek için “Bir Fareye” isimli şiirini yazmış. Bu yazının başlığı da bu şiirin ilk dizesinden alınmıştır. )
3 Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Friedrich Engels, İş Bankası Kültür Yayınları
4 Gazap Üzümleri, John Steinbeck, Remzi Kitabevi
3 İkinci Cinsiyet, Simon de Beauvoir, Koç Üniversitesi Yayınları
4 Cinsiyet Belası, Judith Butler, Metis Yayınları
5 Kendine Ait Bir Oda, Virginia Woolf, İletişim Yayınları

Nilgün Karataş, İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Henüz öğrenciyken çalışmaya başladı, Milliyet, Dünya, Akşam, Günaydın, Business Week Dergisi ve Hürriyet’te gazetecilik yaptı. İlk romanı Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar’ın yanı sıra birçok kolektif kitapta öyküleri yayımlandı. Bianet, Yeni Sinema Dergisi ve Suare Dergi’de yazıyor. İkinci üniversite olarak da felsefe okuyor.