Melek Toksoy
Sabah saat yedi olmuştu, bütün bir gece aştığımız yollar nihayet ineceğim ilçeye ulaşmış, otobüsten inmiştim bile. Garajda günün henüz başladığını belli eden mahmur bir telaş hissediliyordu. Ellerinde çantaları saatlerine bakarak uzaktan geldiği görülen bir minibüsü, gözleri yarı uykuluyken kocaman açarak takip eden yolcular, kafasını kaşıyıp esneyen, koca göbeği ile ohlayarak elinde anahtarı ofisi açan bir adam. Bir araba ofisin yanında durdu, içinden üç kişi çıktı, biri, tam zamanında gelmişiz vallahi, dedi. Gideceğim yeri sorma ihtiyacımdan onlara yanaştım. İki delikanlı yanlarında muhtemelen anneleri olmalı bir kadın. Kadın hafif toplu, başı çeneden bağlı, kırmızı yanaklı güleç biri.
Ona doğru seslendim. “Pardon, Ramazan Karacibilere gideceğim. Doru Köyü’nde oturuyorlarmış. Oraya nasıl gidebilirim, biliyor musunuz?”
Kadının güleç yüzü gölgelendi sanki, delikanlılardan birine yöneldi, sen cevap ver, gibilerinden baktı. Oğlan zor bir soru sormuşum gibi bana baktı, önüne sonra çevirdi başını yana, uzaklara baktı. Sonra tekrar döndü bana. “Ramazan abilere pek kimse gelmez, sen de kimsin?”
“Misafirim… Askerlik arkadaşıyım,” dedim hızlıca.
“Eyvallah. Oraya direk dolmuş yok. Ya buradan merkeze inip taksi bulacaksın, ya da şu ofislere sor, o tarafa giden biri çıkarsa seni de götüren olabilir.”
“Peki, teşekkür ederim.”
Kadın konuşmaları dikkatle dinliyordu. “Peki oğul, geleceğini biliyorlar mı?”
Gülümsedim, başımla selam vererek yeni açılan ofise doğru yürüdüm. Göbekli ve uykulu gözlerini zorla açan adam resepsiyon masasını düzenliyordu. Günaydın, diyerek ona da aynı soruyu sordum. Beni hiç duymamıştı, devam etti işine. Bir ara camdan dışarıya baktı, hah Mustafa bu, diyerek koştu gitti. Az sonra yanında kasketli ince yüzlü kumraldan bir adam, içeri girdiler.
“Mustafa, Doru Köyü’nden. Yolcusunu getirmiş, geri dönüyor. Konuştum, seni Karacibilere bırakacak.”
Şaşkınlıktan ağzım aralık epey bir kaldım öyle. Neyse toparlandım, gözlerim sevincimden parlamış teşekkür ettim, adama minnettar gülümsedim, Mustafa’yı takip ettim. Külüstür denebilecek homurtulu eskiden yeşil mi mavi mi ne renk olduğunu çözemediğim arabasına bindik. İçerisi soğan kokuyordu. Ayağımın altında kabukları nazlı nazlı arabanın sallantısına eşlik ediyorlardı. Anlamış olmalı:
“Netcen köylüyüz biz, bacımı uğurlarken soğan patlıcan domates topladık sabahtan, öyle uğurladık.”
“Estağfurullah, ne güzel emeğinizi paylaşıyorsunuz.”
“Kusura kalma abi… De sen nerden tanıyon Ramazangili?”
“Askerlik arkadaşım, istediğinde gel buyur bizim oralara demişti vaktiyle. Nasip şimdiymiş.” Derinden sessiz bir nefes aldım.
İnce yüzünü döndürdü bana Mustafa. “Tabii askerlik arkadaşı mühimdir. Çok memnun olur gari geldiğine. Ramazan geçimsizdir, yenice de karısını kaybetti. Hastaydı karısı. Bir çocukları vardı, o da okudu şehire gittiydi. Anası ölünce geldi ama babasını ardında bıraktı yine, yapamaz zaten babası şehirde.”
“Peki, Ramazan’ın başka akrabası yok mu Mustafa?”
“Anası vaktiyle; babasıyla bunu bırakıp başka adama kaçtıydı. Bi da hiç haberi duyulmadı. Babası büyüttü Ramazan’ı. Hep boynu bükük, bi yanı eksik büyüdü. Akranları, anan başka kocaya kaçtı, diye alay ederdi. Netsin Ramazan, o da sertleşti, kavgacı biri oldu çıktıydı. Herkesle konuşmaz öyle. Kendine göre seçer insanları işte.”
İçim buruldu, küçük Ramazan’ı hayal ettim, anasız büyüyen o çocuğu.
Yolları döne döne tırmanan arabanın burnu, az ilerde bir avuç evlerin serpildiği küçük bir köyü gösterdi bize.
“Geldik galiba?”
“He, na işte orası”
Sanki terk edilmiş bir köy sokağında yürüyordu şimdi araba. Camdan başımı uzattım. Yoğun, elinizle dokunabilirmişsiniz gibi sessizlik hakimdi. Yok, tabii ki doğanın sesleri vardı. Kuşların ötüşü, yeşilliklerin arasından inceden yükselen böceklerin uğultusu, hışırdayan yapraklar. Yani insan yapımı; korna sesleri, fabrika gürültüsü yoktu. Az daha ilerledikten sonra araları mesafeli de olsa evler başlamıştı. Bir bakkalın önünde durdurdu arabayı Mustafa. Koştu, eline bir sigara almış ardından gelen adama beni işaret ederek rapor veriyordu, belli. Başımla selam verdim adama. Hemen yanımda bitiverdi. Eğildi pencereme yüzüme yapışacak kadar yaklaştı.
“Hoş gelmişin. La arkadaş bizim Ramazan’ın şehirli askerlik arkadaşı varmış ya. Oh oh pek iyi maşallah. Yenice yalnız kaldıydı, az suratsızdır emme hiç tasalanma, iyi ev sahipliği yapar.”
“Askerlik arkadaşıyım ya, yapar bence.”
Bunu sırf bir şey söylemek istediğimden mırıldanmıştım. Vedalaştık, araba az daha tepelere çıktı, diğer evlerden oldukça uzakta tek katlı, önünde asma çardağı olan bir taş evin önünde durdu. Mustafa seslendi.
“Haydi bana uğurlar ola. Sen gir seslen. Evdedir.”
“Hemen mi gidiyorsun?” Biraz tedirgin olmuş, bozulmuştum.
“Ya şindi gitcen ben, işim var.” Dedi az utanarak eğdi başını el salladık birbirimize, arabanın homurtuları epey uzaklaştıktan sonra döndüm taş eve. Elimde küçük çantam, epey durdum öylece. Bir kıpırtı fark ettim pencerenin birinde. Perdesi oynuyordu. Kararsız kaldım. Sesleneyim mi, kapıya mı yürüyeyim? Bilemedim. İkisini de yaptım. Sonuçta bu dağ başında sonsuza dek böyle kalamazdım.
“Ramazan Çavuş, merhaba. Evde misiniz?”
İçeriden tak tak baston sesi duydum sanki. Bir kedi direk bana yürüdü paçalarıma sürtündü. Zayıftı. Okşadım onu. Nihayet kapı açıldı. Orta boylu, iri yapılı esmer, çatık kaşlı bir adam.
“Buyur, sen de kimsin?”
“Ben…” Boğazımı temizledim. “Ben Mahsun.”
“Seni tanımıyom, de hele bi kimlerdensin?”
Kapının yanında bir bank vardı, odunlardan çakılmış, yanında da karanfil, gül saksıları.
“Şurada otursak da anlatsam.”
Yuvarlak esmer kirli sakallı yüzü aydınlandı birden. “Anlaşıldı, kendini anlatman zor, eyi madem oturalım.”
Yavaş yavaş ilişti banka. Ben de ardından yanına. Bulutlar bembeyaz küme kümeydi. Arada kuş sürüleri önünde desenler çiziyordu. Bahçenin diğer tarafında tulumba gördüm. Kalktım, “Bi su içeyim” dedim.
“İç bakalım. Uzun yoldan gelmişsin, belli.”
Ardımdan bana baktığını, meraklandığını, hatta sabırsızlığını bastırdığını hissediyordum. Tulumbayı bastım. Tastan kana kana buz gibi suyu içtim. Döndüm oturdum yine banka. Yan yanaydık yine. İkimiz de konuşmuyorduk. O benim konuşmamı bekliyordu; ben de nereden başlayacağımı kestiremiyordum. Derin bir nefes alıp, bir çırpıda konuştum.
“Ramazan, ben Havva’nın oğluyum. Yani… İkinci oğlu”
Sessizlik… Hiç bitmeyen bir sessizlik hüküm sürdü. Bu defa kuşları bile duymuyordum. Eminim o da duymuyordu.
“Başka var mı?”
“Yok, sadece sen ve ben”
“Peki, o?”
Gökyüzüne başımı kaldırdım. O da kaldırdı başını gökyüzüne…

Melek Toksoy, Antalya doğumlu. Ege Üniversitesi Fen Fakültesi’nde okudu. Turizm ve otelcilik alanından emekli oldu. Yaratıcı yazarlık atölyelerine katıldı; insanlar, hayvanlar, doğa her daim ilgisini çektiğinden, sandığından günlük ve karamalarını çıkartarak yazın hayatına başladı. Beş kolektif kitapta öyküleri yer aldı, çeşitli dergilerde yazıları yayımlandı.


