Tuba Ayşe Özgür
Yıktım, yıkıldım varoldum…
Yıktım, yıkıldım varettim…
Yıktım, yıkıldım varolmayı öğrendim…
Kendi içinde birbirine derin paslı demirlerle bağlı değil mi her şey?
Yıkımdan sonrası tufan mı, yoksa her yıkılma yeni bir varoluş mu?
Yüzümden soyunduğumda, sesimle karşılaştım.
Bir sabah uyandım, ellerimin arasında bir yıkıntı vardı. Uyurken neyi düşürdüm, bilmiyorum. Belki çocukluğumun çatısını, belki kimliğimi taşıyan o eski çerçeveyi. Oysa yatağa yattığımda her şey yerli yerindeydi. Duvarlar, isimler, aynadaki siluetim… Ama sabah, bana bakan hiçbir şey kalmamıştı.
İçimdeki şehir çökmüştü.
Paslı demirlerin birbirine kenetlendiği o eski köprü, zihnimin kıyılarını birbirine bağlayan tek geçitti. Ve artık yoktu. Yerine sadece boşluk… ama o boşlukta hafifçe kıpırdayan bir şey: Kendi sesim. Boğuk, kimsesiz, ama hâlâ orada. Enkazın altından fısıldıyordu.
Sartre haklıydı belki de: Önce var oluyoruz, sonra kendimizi inşa ediyoruz. Ama kimse söylememişti, her inşa önce bir yıkım ister.
O sabah şehirdeki tüm aynalar buğuluydu. Yüzümü silmeye çalıştım ama parmaklarımın izi dahi kalmadı camda. Sanki artık yüzüm yoktu. Aynanın içinde kendini kaybetmiş bir boşluk geziniyordu. İçimdeki o eski “ben”, orada değildi artık. Başka bir şeye dönüşüyordum.
Kendi adımı unuttum.
Sokakta yürürken tabelalardaki harfler yer değiştirdi, geçmişte duyduğum tüm cümleler başka dillere büründü. Bir kadın bana yaklaştı ve cebime bir şeker bıraktı. Teşekkür edemedim. Sesim yoktu. Yıkılmıştım.
Ama yıkıldığım yerde bir şey kıpırdamaya başladı.
Kök gibi.
Soluk gibi.
İlk bakışta görünmeyen ama rüyada hissedilen bir titreşim gibi.
Her yıkımda, tozla karışık bir rüya başlar. Camus’nün absürd dediği şeyin ta kendisi bu belki: her şeyin anlamını kaybettiği noktada, yeniden anlam yaratma cesareti.
Enkazın ortasında, kendine konuşan taşları dinlersin. Geceleri kapı aralığında bir karaltı belirir ve sana şunu sorar: “Kendin olmaya cesaretin var mı?”
Kendim olmaya cesaret ettim.
Ama önce parçalandım.
Rüyada, yıkıntıların ortasında annemi gördüm. Elinde paslı bir makas vardı. Kalbimin ortasında unutulmuş bir dikişi söküyordu. “Seni diktiler,” dedi. “Ama şimdi kendi ipliğinle ör kendini.”
Varoluş dediğimiz şey, bazen bir yıkıntının ortasında açan bir çiçek. Bazen, yıkılmış evlerin arasında, geceyi aydınlatan bir sokak lambasının altında kendini ilk kez tanıdığın an.
Çünkü yıkım, kendine ait olmayan her şeyi alıp götürür.
Geride kalansa: sen.
Ama sen de eski sen değilsindir. Çünkü varoluş, kim olduğun değil; kim olmaya karar verdiğindir. Beauvoir’ın dediği gibi, insan kendini oldurur. Ama o oluş, bazen aynada kaybolduğun bir günde, bazen bir taşın içine gömülü rüyanın fısıltısıyla başlar.
Ve rüya, burada gerçeğin başka bir yüzüdür.
O yüzden diyorum ki:
Yıktım.
Yıkıldım.
Ve içimden çıkan kuşla birlikte göğe doğru varoldum.
Artık paslı demirler konuşuyor benimle. Onlar sessizliğin dili. “Sen buradaydın,” diyorlar. “Ve hâlâ buradasın. Ama başka bir sen olarak.”
Öyleyse yıkım, bir eşiğin kapısı…
Öyleyse o eşiği geçmek, varoluşun sancısı…

Tuba Ayşe Özgür, 1993’te İngiliz CAS Akademi’de yaratıcı yazarlık eğitimi, 1994-1998 yılları arasında Çisenti ve Postüla adlı tiyatro gruplarında oyunculuk ve oyun yazarlığı eğitimi aldı. Halen Amerikan ANU üniversitesinde Psikoloji ve Sosyoloji okumakta. Kurucusu olduğu Komite Reklam Ajansı’nın yanı sıra çeşitli ajanslarda reklam yazarlığı yaptı. Bu süreç boyunca çeşitli dergilerde de görev aldı. İçerik yazarlığı, yazı işleri müdürlüğü, yayın koordinatörlüğü gibi pozisyonlarda, yazıları yayınlandı. Kurucusu olduğu Atölye Bütünsel Edebiyat’ta koordinatörlük yapıyor. Büyü Bozumu, Benim Kalbim Dikdörtgen, Kedi Uykusu adlı roman, İçime Karga Uçuştu öykü kitaplarının yazarı.

