İlknur İşcan Kaya
Şu çetin kabuğu kırdığım zaman ulaşacağım yemişin lezzeti, çektiğim tüm sıkıntılara bedel. Çok değil, birkaç ay öncesine kadar, yaşanan dondan dolayı, olacaklarına dair hiçbir ümidimiz kalmamıştı oysa. Çadırın önünde duran üç beş tane badem ağacı… Yine kendini unutturmamış işte, vermiş de vermiş.
Sonbahar geldi. Çadır soğuk. Çadır ıslak. Yağmurlar birer ikişer düşmeye başladı. Kardeşlerim, ben, annem ve babam için bu çadır bir sığınak. Başımızı örten bir dam. Daha ne isteriz ki? O büyük felaketten sonra sığındığımız yuva.
Zaman zaman, içinde anılarımın döndüğü kerpiç evimize bakıyorum. Bazen de bizimkilere söylemeden evin etrafında geziniyor, eski günlere dönüyorum. Geçenlerde yıkıntıların arasında, çocukluğuma tanık eski bir para buldum. Onu abimle paylaşamamış, günler boyu saklayacak bir delik aramıştım. Sonra da annemin sürekli başına gelen şey, benim de başıma gelmişti. Parayı nereye sakladığımı unutmuştum. Şimdi… Şimdi kimse onu istemiyor. Onun için heyecanlanmıyor. Abim iş güç peşinde, ben de bademlerin…
Kaç kere elime vurdum şu taşı bilmem. Bademi tutmadan vursam, içi bizim evin duvarları gibi parça parça dağılıyor. Tutsam, ellerim yara bere içinde kalıyor. Anneme kalsa, “Bak Fidan, şöyle çevir, ucundan tut, sertçe vur!” Tamam da olmuyor işte, olmuyor. Ben bademi değil, badem beni kırıyor sanki. Kabuklarım dağılıyor etrafa. Batıyorum birilerinin ellerine, ayaklarına. Hiç kıymetim yok mu benim?
Bazen bir gazete kâğıdı ile geliyor annem. Normalde çok okuyan biri değilimdir ama böyle zamanlarda, gazete okumaya çalışırken buluyorum kendimi. Annem üzerine kırılmış bademleri koyuyor. Gazetenin üzeri doldukça “Anneee, şunları biraz ileri koy!” diyerek itiraz ederim. Annem ya beni duymuyor ya da bana kızgın. Bu sefer inatla ve bademleri ite ite yazıları okuyorum. Annem durur mu, dağılan bademleri görünce hepsini topluyor ortaya. Gazete okuma sevdam da böylece son buluyor.
Bunu ben istedim aslında. Bana çok defa “Kızım bak ben okuyamadım, gözümde kaldı, bari sen oku,” dedi de, o dedikçe kalbim sıkıştı, gözlerim karardı, badem gibi aralarda kaldım. Okumak uzun iş, zor iş. Oku oku okul bitmiyor ki? Düşün düşün kolayı yok mu? Hemencecik çözümlerin kızı, Fidan’ım ben! Tart, biç, ölç! Yok olmuyor. Eksik çok, gedikler sıra sıra. Çay değil ki okulu bir yudumda içip bitiresin. Çaba, mücadele, azim, kararlılık, istek, bilgi… Tüm bunları öğretmenlerden duymuştum. Fidan’ın ise hiçbir şeyi yok! En çok, etraftan çalı çırpı toplarım, badem kırar, bir de kahvaltı hazırlarım. Benden olmaz, yok yok hiç olmaz!
Şu bizim yumurcak öyle mi? Bak bak, yine babamın yaptığı tahta sedirde iştahla dersini çalışıyor. Benim iştahım bir tek yemek saatlerinde ortaya çıkar. Okul birincisi maşallah. Bu çocuk benim kardeşim mi, bazen şaşırıp kalıyorum. Adı Furkan. Bazen “Furkan ablam yeter bak, yemek yenilecek” derim.
“Sen ye abla, benim prokaryot ve ökaryot canlıları araştırma ödevim var.”
“Ne kargosu Furkan, yemek diyorum, annem yuvalama yaptı, hadi diyorum!”
“Abla kargo değil, prokaryot ve ökaryot…”
“Ne karyot, ne karyot?”
Aslında derslere çok ilgiliyimdir. Çabam çok büyük. Doğada gezinirim, çiçeklere yakından bakarım, otların rüzgârdaki hâllerini izlemeye bayılırım. Yani kısacası meraklı olmaya çalışırım. Bunu da birisi söylemişti.
Çadırda yenen yemeğin ardından bademlerin başına oturuyorum yine. Bu görev bu sene benimmiş çünkü. Parmaklarımın hâli kimseyi ilgilendirmiyor zaten. Belki beni de. Ortalarda gözükmesem, bizimkiler için çok daha iyi. Herkes koşturup duruyor çünkü. En çok tembellik eden beni görüyorlar. Gerçekten öyle miyim?
Bademlerin arasında sayısız karınca geziyor. Parçaladığım bademleri bir hırsız gibi kaşla göz arasında kaçırıyorlar. Benim gözden çıkardıklarım, başkaları için çok kıymetli. Bu bademler bitince ne olacak? Bugün bitince, bu hafta, bu ay, bu yıl bitince ne olacak? Ne olacak Fidan?
Ne zaman çiçek açacaksın, ne zaman kuşlar konacak dallarına, ne zaman meyve vereceksin, ne zaman?
Ne zaman yerinden kalkacak, bir işi şevkle yapacak, eserine dönüp gururla bakacaksın? Ne zaman karıncanın çabasına bürünecek, yağmurlar gibi ovaları sevindirecek, göğü yeşile boyayacak, evreni gülümseteceksin?
Annem geliyor yanıma. Omuzları çökmüş ama ruhu benden daha genç. Yüzüne oturan kırışıklıklarda hayatı okumak mümkün. İnişleri, çıkışları… Çadırdan evimize bakıyorum. “Anne, bu kadar yıl sonra evimiz yıkıldı. Aylardır çadırdayız. Hiç üzülmüyor musun?” diyorum. Annem kırdığım bademleri seçerken iç çekip, sadece bir cümle söylüyor. Üzerine saatlerce konuşulabilecek, düşünülebilecek, yazılabilecek bir cümle, bir özet, bir öz… “Hayat bir mücadeledir Fidan”
Üzerine saatlerce düşündüm. Hayat bir mücadeledir. Öyle. Eğrisiyle doğrusuyla, iyisiyle kötüsüyle, acısıyla tatlısıyla bir mücadele. Bu duygularla sabahı zor ettim. Yatağımda döndüm durdum. Ateşlendim, terledim. Ses çıkarmasalar da kardeşlerimi uyutmadığıma eminim.
Kalktığımda annem ve babam birlikte ekmek pişiriyorlardı. Bademlerin başına çöktüm. Hâlâ düşünceliydim. “Hayat bir mücadeledir.” Çadıra baktım. Annemin yüzündeki ifadeye. Tahammül gücüne, sabrına, dimdik duruşuna. “Hayat bir mücadeledir.” Kardeşimin sedirde kalan silgi tozlarına. Babamın anneme yardımına, desteğine. Birden büyük bir acıyla irkildim. Son bademi kırarken taşı yine eline vurmuştum. Ama kabuğu kırmıştım. Ayağa kalktım. Annemin ve babamın yanına gittim. Beni böyle acı içinde görünce, ilgilenmek istediler. İyi olduğumu söyledim.
“Kabuğu kırdım,” dedim. Sessizce gülümsediler. Yanlarına oturdum. Yanan ateşe ilişti gözlerim. Onun sıcaklığına, yakıcılığına, faydasına. “Kabuğu’mu kırdım. Haklısın anne. Hayat bir mücadeledir. Ve bu mücadelede ben de varım.”
Annem yüzüme baktı. Gözlerime… Derin bir nefes aldım, boynuna sarıldım ve fısıldadım. “Okula başlıyorum!”


