Sevin Bayrı
Kopan ip bağlanabilir yeniden
Tutar tutmasına ama
Kopmuştur işte bir kere
B. Brecht
Sonsuzluk sonsuzluğa kadar sürermiş ta ki zaman ölene kadar. Sadece bir sayı 16.000. Bu sayı benim hayatta olduğum gün sayımı gösteriyor. Bugün babamın ölüm günü ve ben babamın öldüğü yaştayım. Tam tamına bundan yirmi yedi yıl önce babam da bugün öldüğünde onun da hayattaki 16.262. günüymüş. Rakamın net, dümdüz öyle sıradan oluşu bu yaz sıcağında çok kabul edilebilir kaldı. Nasıl bir sayı bu; çok mu, fazla mı, yeteri kadar mı, erken mi?
Bunu kime anlatabilirim bilmiyorum, bu sadece öznel bir gün. Öznel’den çağrışım “Özgün” kelimesi geldi aklıma, bana bu kelimeyi babam öğretti, ne demek olduğunu ondan öğrendim, babam için kıymetli bir kelimeydi; anlam bakımından. Özgür kelimesinden önce geliyordu onun sözlüğünde. Benim içinse anlamı kadar anısı olan bir kelime artık.
Ölüm üzerine çok düşünüyorum bu aralar, babamın öldüğü yaşta olmaya; benim yüklediğim anlamlar ardı sıra düşüyor zihnime. Yarın bu hayatta babamdan bir gün fazla yaşamış olacağım. Geçtiğim yollar geliyor aklıma, onsuz yürüdüklerim ve yürümeye cesaret edemediklerim. Onun gittiği gün beliriyor zihnimde; ölümünden bir gün önce sabah uyku sersemliği yatakta aralanan gözlerimle babamın evden işe çıkışını izleyişim. O gidişi yutkunmam uzun zamanımı aldı. Babamın özgünlüğünü onun gidişi ile öğrenecektim ama henüz o gün bundan haberim yoktu.
Lineer ve üç boyutlu algılamayı öğrendiğimiz hayatta ölümü bitiş olarak kavradık hep. Öldü; bitti! Bu durumda her şeyin başlangıcı da doğum olmalıydı. Ne de olsa ölüm bir sondu. Bir yerde okumuştum, bir kitapta öve öve anlatılan bir şehir için “yaşamak için gelinen bu şehir…” diye bahsedilmesine itiraz ediyordu okur ve devam ediyordu “ bu şehre ölünmeye gelinir, yaşamaya değil.” Yaşamının acısını şehirden çıkartıyordu sanki şehirdi onu ezen, çiğneyip tüküren. “ Yaşamaya doğduğumuz bir safsata, insan sadece ölmeye doğar” diyerek yaşamın acısını haykırıyordu. Ben de babamla büyümeye geldiğim bu hayatta onsuz kaldıysam, ölmeye gidiyor olmalıydım. Ölmeye doğmak; sona doğru yolculuğu başlatan o an, doğumun kutsallığı ölümün ise yaşam boyunca göz ardı edilmesi. Peki arada başımıza gelenler ne olacak?
Babam ölmüştü ve ben şu an onunla geçen zamanımdan daha fazla bir süredir bu hayatta onsuzdum. Yirmi yedi yıldır rehbersiz, kaptansız, köksüz… Hades’in ölüler diyarına gitmeyi ve babamı alıp gelmeyi çok hayal ettim. Orpheus gibi ben de Kharon’dan yardım alabilirdim, giderdim yeraltı krallığına ve isterdim babamı Hades’ten. Yine de Hades’i etkilemem gereken bir sanatım olmalıydı pekala bunu da çok iyi biliyordum ve bu anlatının sonunu da.
Bütün isyanlarım bütün hezeyanlarım bir yana ölümün bana bir son olmadığını her gün uyanarak anladım. Gün, geceyi, gece gündüzü kovalıyor ben öylece duruyordum. Durdukça köklenir miyim diye bekledim bir süre. Durarak olmayacağını geç anladım. Koştum sonra bir süre, koşarak kovaladığım kendimdi onu da anlamam zaman aldı.
Bir balinanın ölümünü düşündüm sonra; durdum, durdum dediysem de bekledim, bekledim dediysem izledim, izledim dediysem anlamak istedim. Bir balinanın ölümü ne zaman olur? Balina fiziken öldüğünde aşağıya doğru yüzmeye devam eder, ta ki dibe varana kadar. Okyanusun dibini bulmak ne kadar sürer, sonsuz mu? Sonsuzluk sonsuzluğa kadar sürermiş, ta ki zaman ölene kadar.
Balinanın okyanusun dibine erişene kadar düşmesinin, onun için bir son olmadığını o dibe ulaşınca anladım. Her şey balinanın düşüşüyle başlıyor, ilk evre hareketli süpürücü evresi oluyor. Balinanın bütün yumuşak dokuları dipçil olsun olmasın organizmalar tarafından bir ziyafete dönüşüyor. İlk önce kıkırdaklı canlılar, balıklar ve bakteriler geliyor, bütün uzak akrabalar, tanıdık tanımadık, küs düşman farketmeden bütün su altı ailesi orada. Uykudaki köpek balıkları ilk gelenlerden. Ziyafetin ardından ikinci evre başlıyor; zenginleştirme evresi. Yumuşak dokular tüketildikten sonra, balinanın iskeleti ve iç organlarında kalanlarda üzerine çöken organizmalar tarafından tüketilmeye başlıyor. Bu evrede, balina kemikleri ve çevresi, sülfit üreten bakteriler için bir habitat haline geliyor. Sülfiti hazmedemeyen uzak akrabalar kayboluyor ortadan. Üçüncü evreye girdiğimizde başlıyor kemik seven bakteri evresi. Bakteriler ve solucan kardeş “Osedax” kalıyor en sona. Kemiği eritmeyi ve özüne iliğine ulaşmayı başarıyor balinanın. Tüm kemik de tüketiliyor böylece. Özümseme bu evrede tamamlanmak üzere yeni başlıyor. Bu evrenin de sonlanması ile balina öldü diyebileceğimizi sanıyoruz işte tam da burada yanılıyoruz. Ortada bir balina bedeni kalmamış olsa da balina düşüşü ile en kıymetli olanı aslında getiriyor okyanusun dibine; fosforu. Okyanusun gibinde bulunmayan bu fosfor elementi ilginç bir şekilde yaşam için çok büyük önem taşıyor ve kemiğine kadar tüketilen balina ile bu fosfor en uzak diyarlara okyanusun dibine balina düşüsü ile taşınmış oluyor. Yenilip tüketilerek bitirilen yok olan bir balina, fosfor elementi ile binlerce canlının bedeninde var olmaya devam ediyor.
Sahi ölüm nerede başlıyor, doğum nerede son buluyordu?
Çift sarmal DNA hayatla ölümü kolkola gezdiriyor, bundan henüz haberi yok fosforu keşfeden simyacının. Simyacı ab-ı hayat peşindeyken, DNA yapı taşlarından olan fosfor ile genetik kod aktarıyor sessizce. Zamanla insan öğreniyor tabi fosforun önemini ve ben durup izlerken tüm olup biteni; insanlık fazla tüketmekten fosforu, zehirliyor hayatı. DNA gibi çift sarmal, ölümle hayat geziyor kolkola ve ölüme doğan yaşamımız başlıyor hiç bitmeden. Ben artık durmak da koşmak da istemediğimi anlıyorum geçen bunca yılda.
Tam yirmi yedi yıl önce bu gün bir dev düşmeye başladı okyanusun dibine o yok olmayı beklerken bende bıraktığı anılar, öğrettiği değerler ve en önemlisi “özgün” olma fikri, benim hayatımın en derinlerinde yeni bir ekosistem yaratıyor, beni besliyor ve barındırıyor sonsuz oluyor.
Ölümü düşüyorum ne zamandır, okyanusun derinliklerinde bir balina bana göz kırpıyor. Hades’e bir şarkı söylüyorum sonsuzluğun sonsuzluğunu anlatarak ta ki zaman ölene kadar.

Sevin Bayrı, İşletme Fakültesi’nden mezun olup, üzerine sosyoloji okusa ve özel sektörde çalışan bir beyaz yakalı olsa da aslında hep sanata dolaşık yaşadı. İlk önce kitaplara aşık oldu, sonra tiyatroya. Resim ve fotoğraf sanatına sevdalı bir gezgin oldu. Dormen Akademi sahnesinde sahne tozuna bulandı. Yazmak ve okumak; ilk aşkını hiç terk etmedi. Bir seyahat blogunda metin editörlüğü yaptı, iki kollektif kitapta öyküleri yayımlandı. Halen yazıyor. Deliliğin sınırsız evreninin doğal sınırlarını ararken kelimelerden yol arayarak.

