Nilgün Karataş
Margaret Garner’ın anısına, anneme ve çocuklarını yitiren tüm annelere…
124. Aradaki eksik sayı: 3.
Köklere mi ait, göçlere mi?
124, kinle dolu bir ev. Bir bebeğin zehriyle.
Bunu evdeki kadınlar da biliyordu, çocuklar da.
Bir, iki; evin ağırlığına katlanamayıp, ilk fırsatta kaçan oğullar.
Dört; yaşama tutunan kız.
Üç; annesinin ellerinde can veren bebek.
Anne: Demir iradeli, demir gözlü bir kadın.
Sırtında kabartıları dallara benzeyen bir iz taşıyor; kamçı darbelerinin bıraktığı bu yara, bedene kazınmış bir ağaç gibi, bir kiraz ağacı. Kökleri geçmişe gömülü, dalları geleceğe uzanan bu iz, ona her adımda kim olduğunu hatırlatıyor. O ağacı hiç görmedi, biliyor ama sırtında olduğunu.
Kaçış ne kadar uzağa sürüklerse sürüklesin, bedenindeki kökler onu geçmişe bağlıyor. Göç yükünü hafifletmiyor; insan nereye giderse gitsin acısını da beraberinde götürüyor.
Üçün eksikliği yalnızca bir sayı değil: Bir hayat, bir seçim, bir travma.
Bu eksikliğin ortasında duran kadın Anne.
Sırtında bir ağaç, evinde bir ruh var; ikisinin arasındaysa ise kollarında tuttuğu kızından başka bir şey yok.
Onu anlamak için Sweet Home’da başlayan 124’e uzanan hikâyesinin tamamını bilmelisin.
Birinin hikayesini ortasından okuyamazsın. Bildiğin yarım yamalak bir sonla, kimseyi yargılayamazsın. Gördüğün son düğümse hangi ipten örüldüğünü bilemezsin, zincirin kopmamakta direnen o son halkasının hangi demirden dövüldüğünü bilemeyeceğin gibi.
Ne kadar acı olursa olsun, bu hikayeyi en başından anlatacağım. Sırça Fanus’un çatlaklarından sızanla yetinmeyeceğim bu kez; arada nefes alabilmek için duracağım, kendi kayıplarımın yasını tutacağım, hatta üzüntüden uyku molaları vereceğim. Ama kaç gün sürerse sürsün onun hikayesini dallarından değil, köklerinden başlayarak anlatacağım.
Sweet Home. Tatlı ev. Başlama noktası. Çoğumuzun hikayesindeki gibi adı tatlı ama acılarla dolu bir ev. Güç sahiplerinin en eski oyunlarından biri bu: En korkutucu, en leş yerlere sevimli isimler koymak! Sweet Home da sadece efendiler için tatlı yuva.
Tatlı Yuva’ya geldiğinde on üç yaşındaydı ve çoktan demir gözlüydü.
Çiftliğin malı olan erkeklerin sayısı altıydı; tek kadın Sethe’di.
Kadın bir yıl bekledikten sonra, Halle’yi seçti; beş yıl boyunca pazar günlerini verip karşılığında annesini özgür kılan bir erkeğe güvendi. Bir düğünleri olmadı, karı-koca olmalarının yeterli olduğu söylendi. O yine de çaldığı kumaş ve tül cibinlikle kendine yeni bir elbise dikti, çalışırken giydiği çuvalla evlenecek değildi! Balayı için, bir cumartesi öğleden sonra mısır tarlasına gittiler, yalnızca on dört yaşındaydı.
Halle’yi tam dört çocuğunun babası yaptı. Her yıl gebeydi, kaçtığında bile.
Kaçmak zorundaydı.
Çünkü Öğretmen onu kamçılamıştı, oysa oğlanlar -Öğretmen’in yeğenleri- onun sütünü çalmıştı, bebeğine ait olan göğüslerinden. Yaşadıkları kadar, anlaşılmayışı da yıktı onu; vahşet yalnızca tenini değil, ruhunu da paramparça etti. İşte o gün anladı: Kölelik yalnızca emek sömürüsü değil, insanlığın inkârıydı.
Kadın’ın kalbindeki en derin yara, annesinden kalan boşluktu. Çalışmaktan tükenmiş, yüzünü hatırlayamadığı bir anne… Tek tesellisi şuydu: Annesi, çocukları arasında yalnızca ona bir isim vermişti. Ama bu küçük işaret, annesinin yakalanıp asıldığını öğrendiğinde yerini terk edilmişlik duygusuna bıraktı. Belki de kaçmaya çalışmıştı annesi, belki de onu ardında bırakmıştı. Bu belirsizlik, onun sırtındaki yükü daha da ağırlaştırdı.
Ama kararını vermişti: Hiçbir zaman çocuklarını terk etmeyecekti, hiçbir zaman çocuklarını zalimlerin eline bırakmayacaktı.
Göç, onun için yalnızca kölelikten kaçış değil, çocukları adına yaptığı bir umut yolculuğuydu. Üç çocuğunun kaçışını sağladı önce, sonra kendisinin. Kaçtığında Halle yanında yoktu ama bedeni yalnız değildi; karnında bir hayat taşıyordu. Ormanın derinliklerinde yere yığıldığında, onu hayatta tutan beklenmedik bir el oldu; genç bir beyaz kız. Onun yardımıyla kadın, ikinci kızını doğurdu. Bebeğe, kurtarıcısının adını verdi: Denver.
Hayata tutunmak kolay olmasa da anladı ki; göç ölüm de olabilirdi yeniden doğuş da…
124 numaralı eve ulaştı sonunda. Ev, özgürlüğün mekânı olmalıydı ama ne tam bir sığınaktı, ne de huzurun adresi. Bir gün kapı yeniden çalındı. Köle avcıları, Şerif eşliğinde eşiğe dayandığında, kadının önünde yalnızca iki yol vardı: Çocuklarını köleliğe teslim etmek ya da onları kendi elleriyle özgür kılmak.
Onun gözünde kölelikten daha korkunç hiçbir şey yoktu. Bu yüzden kararını verdi. Dört çocuğuna da kendi kaderini yaşatmayacaktı. Ölüm yalnızca birini aldı, iki yaşında ya vardı ya yoktu annesinin kollarında ölen bebek. Geride kapanmaz bir yara kaldı: Üç.
Ölen bebeğin ardından Kadın, bir mezar taşı yaptırmak istedi. Parasızdı, oymacı yapabileceğini söyledi, bedava!
Yedi harf için on dakika. Bir on dakika daha verse “içtenlikle” sözcüğünü de yazdırabilir miydi? Ama bunu adama önermeyi göze alamamıştı; belki de yapardı, diye düşünmek hâlâ içini sızlatıyordu – bir yirmi dakika, bilemedin yarım saatini verseydi, tamamını, papazın cenazede söylediği bütün sözcükleri (yani söylenebilecek her şeyi) bebeğin mezar taşına kazıtabilirdi belki: “İçtenlikle Sevilen.” Her neyse, sonuçta ikinci sözcükle yetinmişti. Önemli olan da o sözcüktü zaten. Oymacıyla mezar taşlarının arasında çiftleşirken, “Sevilen” sözcüğünün yeterli olduğunu düşündü; adamın genç oğlu onlara bakıyordu, yüzündeki öfke eskiydi, iştahsa yeni. Evet, bu tek sözcük kesinlikle yeterliydi.
Bir kadının bedenine karşılık taşın üzerine yazılan tek bir kelime: Beloved.
Anlamı: Sevilen.
Hem bir bebeğin adı hem de isimleri çalınan tüm bebeklerin; hem adı unutulan kayıpların hem de isimsiz gömülenlerin.
Ama geçmiş kolay kolay gömülmez. Ve çağırırsan hayaletler mutlaka gelir.
Bir gün 124’ün kapısında genç bir kadın belirdi. Adını sorduğunda tek kelime söyledi: Sevilen.
Bir yabancının değil, geçmişin eve dönüşü gibi. Annesinin öldürdüğü bebeğin büyümüş hâliydi sanki. Evin duvarlarında dolaşan uğultu artık bir beden kazanmıştı.
Travmaları geçmişte bırakmak her zaman mümkün olmuyor; travma unutulmadığında, çağrıldığında yeniden beden buluyor, bir hayalet gibi evlerimizin içinde dolanıyor.
Beloved. Sevilen. Annesinin öldürdüğü bebek. Sudan gelen kız. Annesini delirten çocuk.
Anlatılacak bir öykü değildi bu.
Bu anlatı zaten bana ait bir öykü de değil, Toni Morrison’un “Sevilen” adlı romanının kahramanı Sethe’nin hikâyesi.
Bir anne, bir köle, bir kadın.
Kökleri sırtında bir yara, göçleri kapısında bir hayalet.
Morrison’a ilham veren ise Margaret Garner’ın öyküsünü özetleyen bir gazete kupürü.
Kölelikten kaçmayı başaran bu genç anne, çocuklarının çiftlik sahibine iade edildiğini görmektense, onlardan birini öldürmek (ve diğerlerini öldürmeye teşebbüs etmek) suçundan tutuklanır. Kaçan kölelerin sahiplerine iadesine emreden Kaçak Köleler yasasına karşı verilen mücadelenin simge ismi olur. Makul, aklı başında tavrı ve hiçbir pişmanlık sergilememesi, köleliğin kaldırılması taraftarlarının olduğu kadar gazetelerin de ilgisini çeker. Belli ki kafasına koyduğunu yapan bir kadındı ve yaptığı yorumlara bakılırsa, bir zorunluluk saydığı özgürlük için her şeyi tehlikeye atabilecek zihniyete, gözü dönmüşlüğe ve gönüllülüğe sahipti.
Margaret Garner’ın büyüleyici ancak bir romancı için sınırlayıcı öyküsünü onun aklından geçenleri kurgulayarak aktaran Morrison, Sethe aracılığıyla bize yalnızca geçmişin zincirlerini değil, bugünün görünmez prangalarını da hatırlatıyor.
Bugünün Sethe’leri, hâlâ köklerin ağırlığıyla, göçlerin hayaletiyle yaşıyor.
Kökler bellekte bir yara; göçler yürekte sürgün.
Aklımda Judith Butler ve sorular: Kimlerin hayatları hayat, kimlerin ölümleri ölüm sayılır? Hangi hayat yaşanmaya değer, hangi ölüm yas tutmaya?
…çünkü bir yaşamın yası tutulamıyorsa pek de yaşam sayılmaz; yaşam vasfını taşımaz ve kayda değmez. Zaten gömülmemiş olandır, veya belki gömülemez olan.”
KİTAPLAR:
- Sevilen (Beloved), Toni Morrison, Sel Yayınları
- Kırılgan Hayat, Yasın ve Şiddetin Gücü (Precarious Life The Powers of Mourning and Violence), Judith Butler, Metis Yayınları

Nilgün Karataş, İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Henüz öğrenciyken çalışmaya başladı, Milliyet, Dünya, Akşam, Günaydın, Business Week Dergisi ve Hürriyet’te gazetecilik yaptı. İlk romanı Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar’ın yanı sıra birçok kolektif kitapta öyküleri yayımlandı. Bianet, Yeni Sinema Dergisi ve Suare Dergi’de yazıyor. İkinci üniversite olarak da felsefe okuyor.


