MEHMET ERDUĞAN YAZDI

75’inci Berlinale, sinema dünyasının prestijli etkinliklerinden biri olarak, bu yıl sinemanın geçmişine ve geleceğine dair unutulmaz bir yolculuk sundu. Bu yıl ilk defa katılma fırsatı bulduğum Berlinale, beni sinemaya dair beklediğimin ötesinde bir keşfe davet etti. Her biri düşündüren, tartıştıran ve derinlemesine karakter incelemeleri ortaya koyan birbirinden farklı hikayeler, farklı kültürlerden ve coğrafyalardan gelen usta ve yeni yönetmenlerin bakış açılarıyla birleşerek benim için unutulmaz bir sinema deneyimi yaşamamı sağladı. Bu yüzden Berlinale’nin büyüsü, sadece perdede görsel bir şölen sunmakla kalmayıp, zihinlerde iz bırakıp ruhlarımıza nüfuz eden güçlü bir deneyim yaratmasıydı.

Berlin Film Festivali’ndeki sinema maratonunun ardından şimdi gözlerimizi İstanbul’a çevirme zamanı. Zira, nisan ayının en parlak ve heyecan verici kültürel etkinliklerinden biri olan İstanbul Film Festivali, bu yıl da zengin programıyla sinemaseverlere benzersiz bir keşif alanı sunmaya hazırlanıyor.
Dünya festivallerinden ödüllerle dönen yapımların Türkiye prömiyerlerinden, bağımsız sinemanın cesur seslerine, usta yönetmenlerin merakla beklenen son işlerinden genç sinemacıların dikkat çekici çıkışlarına kadar uzanan bir seçki bizi bekliyor.
“Sinema, karanlık salonda seni aydınlatan bir ışıktır. O ışıkla ne yapacağın sana kalır…” sloganıyla sinemanın gücüne vurgu yapan 44’üncü İstanbul Film Festivali boyunca şehir, bir kez daha perdeye yansıyan hayallerle nefes alacak, perdeden yansıyan ışıkla aydınlanacak.
Berlinale rüzgarı İstanbul’da: İstanbul Film Festivali’nde izlenecek öne çıkan filmler

Berlinale’nin taze izleri henüz silinmemişken, o büyülü perdede izlediğim bazı filmlerle İstanbul Film Festivali’nde bir kez daha buluşacak olmak, bu yılki festival heyecanını katlıyor. İzlediğim filmler arasında şahsen en çok beğendiğim “Mavi İz”, distopik atmosferi, lirik ve görsel büyüsüyle hala zihnimde yaşıyor; insan iradesi, yaşlılık ve özgürlük gibi önemli temaları incelikle işleyen bu film, eminim İstanbul’da da çok konuşulacak. Öte yandan Tom Tykwer imzalı “Işık”, her ne kadar Belinale’de karmaşık duygular bıraksa da katmanlı yapısı ve cesur görsel diliyle yeniden değerlendirmeyi hak eden bir yapım olarak öne çıkacak. Aynı filmleri farklı şehirlerde, farklı izleyici enerjileriyle izlemek, sinema yolculuğuna bambaşka bir boyut katacağına da şüphem yok. Bu yıl 11-22 Nisan 2025 tarihleri arasında geçekleşecek olan İstanbul Film Festivali, yalnızca filmlerin gösterildiği bir etkinlik değil; Berlin’de başlayan diyalogların İstanbul’da devam ettiği, birbirine dokunan hikayelerle şehirler arasında kurulan bir sinema köprüsünü andırıyor.
Berlinale’de izleme şansı bulduğum ve İstanbul Film Festivali’nde karşımıza çıkan filmleri sizin için burada kaleme aldım. Anlatımları ve atmosferleriyle festival ruhuna yakışır derinlikteki bu filmleri listenize mutlaka almanızı tavsiye ederim.

Mavi İz (O último azul / The Blue Trail)
75’inci Berlinale’nin Yarışma kategorisinde dünya prömiyerini yaptıktan sonra Büyük Jüri Ödülü ile Ekümenik Jüri Ödülü’nü kazanan ve 44’üncü İstanbul Film Festivali’nin Devriâlem programında izleyici karşısına çıkacak olanGabriel Mascaro imzalı “Mavi İz”, Berlinale’de izleyebildiğim filmler arasında açık ara en beğendiğim yapım oldu.
Yaşadığı ülkede dayatılan sisteme başkaldıran bir kadının hikayesini anlatan film, yalnızca bireysel bir direniş anlatısı değil, aynı zamanda özgürlüğün ve insan iradesinin sınırlarını sorgulayan güçlü bir alegori olarak da dikkat çekiyor.
Yaşlıların hayatlarının, onları koruma altına almak bahanesiyle hükümet müdahaleleriyle denetlendiği distopik bir gelecekte, Brezilya’nın büyüleyici doğası içinde geçen bu hikayede, ekonomik verimliliği en üst düzeye çıkarmak için hükümet, yaşlıların uzak yerleşim kolonilerine taşınmasını emreder. Ancak 77 yaşındaki Tereza buna boyun eğmez. Aksine, onu kaderini sonsuza dek değiştirecek bir Amazon yolculuğuna çıkaran kendi yolunu seçmeye teşvik eder.
Bu “toplumsal ötanaziyi” reddeden Tereza’nın, özgürlük arayışında onun duygularına ve endişelerine ortak olurken, aynı zamanda keşif ve aydınlanma yolculuğuna hayran kalmamak mümkün değil. Bu lirik ve eğlenceli film, sadece bir kadının mücadelesini değil, özgürlük çağrısını, insan ruhunun zincirlerinden kurtulma çabasını ve yaş kaç olursa olsun insanın kendini arayış sürecini de olağanüstü bir görsellikle yansıtıyor.
Yaşlılık hakkındaki anlatılar genellikle yaşlıları anılara ve çaresizce kabullenilmiş bir sona indirger. Onların durumları, geçmişte yaşayan ve ölümün yakınlığıyla uğraşan kişiler olarak tasvir edilmekle sınırlıdır. Ancak bu filmde bunun tam tersini görürüz.
Filmin ana karakteri Tereza, yaşamıyla ilgili tüm kontroller başkasının eline geçmeden, hayatta en çok yapmak istediği şeyleri gerçekleştirmek için kendi içindeki sınırları aşmaya çalışırken, yalnızca fiziksel bir kaçış değil, ruhsal bir keşif süreci de yaşamaya başlar. Ve onunla bu yolculuğa çıkarken, kendi kaybolmuşluğumuzun da farkına varmamız kaçınılmaz bir hal alır.
Hikayenin yanı sıra sinematografisi tek kelimeyle mest edici. Bizi aynı anda hem büyülü hem de endüstriyel, neredeyse gerçeküstü ve derinden politik bir Amazon’da büyüleyici bir yolculuğa çıkaran filmde, her sahne, her kadraj, filmin duygusal tonunu mükemmel bir şekilde destekliyor.
Üstelik film, 86 dakikalık süresini en verimli şekilde kullanarak, gereksiz anlara yer vermeden, temposunu koruyarak ve izleyicisini bir an bile bırakmadan ilerliyor.
Sonuç olarak, distopya ve fanteziyi birbirine harmanlayan “Mavi İz”, yaşlıların toplumdan uzaklaştırılmasıyla ilgili ama aynı zamanda birçok başka insan grubuna da ayna oluyor; dolaylı olarak birçok ciddi ve hassas çağdaş konuya değiniyor. Özellikle de bir devlet projesi adı altında insanların, grupların veya etnik kökenlerin evlerinden zorla alınması, yerlerinden, yerleşkelerinden edilmesiyle de ilgili. Soylulaştırmadan, yerli toplulukların ekonomik sömürü için topraklarından çıkarılmasına, zengin ülkelerin silah satışlarından kar elde ettiği toprak kazanımı için yürütülen savaşlara, çatışmalar veya baskı nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalan mültecilere ve göçmenlere yapılan muameleye kadar olan politik yaklaşımları ele alış biçimi, kadrajına aldığı atmosferi ve sinematografik görsel diliyle izleyicisini her anlamda son derece tatmin edici, iz bırakan post-tropikal bir deneyime ortak ediyor.

Işık (Das Licht / The Light)
75’inci Berlinale’nin açılış gecesinde dünya prömiyerini yapan ve 44’üncü İstanbul Film Festivali’nin N Kolay Galalarıprogramında film ekibinin katılımıyla izleyici karşısına çıkacak olan Tom Tykwer’ın “Işık” adlı filmi; iddialı bir oyuncu kadrosuna sahip olsa da ele aldığı meseleleri derinleştirmekte bence zorlanıyor. Film, yeni dünya düzeninde var olmaya çalışan bireyleri, işlevini yitirmiş ya da unutulmaya yüz tutmuş idealleri, hayata tutunmaya çalışan göçmen mültecileri ve kuşaklar arası çatışmalarıyla mistik bir anlatı kurmaya çalışıyor. Ancak tüm bu katmanlar, yeterince işlenmeden yüzeyde kalıyor.
Filmi kısaca özetlemek gerekirse; Berlin’de yaşayan Engels ailesi, aynı çatı altında olsalar da bağlarını çoktan yitirmiş, içten içe dağılmış bir yapıdadır. Kırklı yaşlarının sonlarında olan Tim ve Milena, ikiz çocukları Frieda ve Jon ile küçük oğulları Dio, her biri kendi dünyasında kaybolmuştur. Hayatlarına hizmetçi olarak giren Suriyeli göçmen Farrah, gizemli ve karizmatik varlığıyla bu kopuk aileyi derinden etkiler. Aile üyeleri kendilerini ona tüm çıplaklıklarıyla açarken, Farrah’ın gelişinde aslında hiçbir şeyin tesadüf olmadığını fark ederler.
Büyülü gerçekçilikle örülü bu aile dramında Tom Tykwer, atmosfer yaratmadaki ustalığını bir kez daha ortaya koyuyor, ancak hikayenin oldukça geveze yapısı, sahici bir duygusal bağ kurmayı geçekten zorlaştırıyor.
Film, dijital çağın ve küresel ekonominin karmaşasıyla şekillenen günümüz dünyasının dağınıklığını, belirsizliğini ve toplumsal duyarsızlığını yansıtırken, bilinçli olarak yüzeyde kalmayı tercih ediyor gibi görünüyor. Ama bu tercih, bende yorucu bir etki bıraktı diyebilirim. Bu yüzden büyük anlatılar peşinde koşarken özünü yitirmiş bir film izlenimi veriyor. Ama bir taraftan da her şey gerçek hayatta olduğu gibi, bazı şeyler açıkça söylenirken bazıları yalnızca ima ediliyor; olaylar durmaksızın hem ön planda hem de arka planda akıyor. Pek çok şeyi hissediyorsunuz ama tam resmi bir türlü göremiyorsunuz.
Sonuç olarak, “Işık”; derin sularda yüzmeye çalışırken kendi ışığını kaybeden; derinleşmeye çalışırken yüzeyde savrulan, fazla konuşup az şey söyleyen, görkemli ama duygusal olarak eksik bir yapım. Güçlü oyunculuklar ve etkileyici bir atmosferle parlamaya çalışsa da filmin sonunda geriye kalan şey sadece bir yanılsama. Bu ışık, izleyiciyi aydınlatmaktan ziyade sadece gözünü kamaştırıyor.

44. İstanbul Film Festivali’nde
bu filmleri neden izlemelisiniz?

İstanbul Film Festivali’nin açılış galasında, Berlin Film Festivali’nde bu yıl özel bir galada dünya prömiyerini yapan, Ido Fluk imzalı “Köln 75” gösterilecek. Festivalin ayrıca N Kolay Galaları programında film ekibinin katılımıyla izleyici karşısında çıkacak olan film 1975 yılında Köln’de gerçekleşen ve caz piyanisti Keith Jarrett’ın efsanevi Köln Konseri’nin perde arkasını anlatan bir yapım. Filmi ilginç kılan birkaç temel unsurlar arasında; tüm zamanların en çok satan solo caz albümü kaydına olanak sağlayan unutulmaz konserin nasıl organize edildiğini ele alması, 1970’lerin Almanya’sının kültürel ve toplumsal dokusunu başarıyla yansıtması, dönemin müzik sahnesine dair zengin bir perspektif sunması dikkat çekiyor. Müzik ve dramın ustalıkla harmanlandığı bir yapımla hem duygusal hem de sanatsal bir yolculuğa çıkmak isteyen izleyiciler için film ilgi çekici bir seçim olacaktır.

Altın Lale Yarışması programında film ekibinin katılımıyla izleyici karşısına çıkacak olan ve Berlinale’de dünya prömiyerini yaparak jüri üyelerinin değerlendirmesiyle “Avrupa Sinemaları Etiketi”ne sahip olan Mehmet Akif Büyükatalay’ın “Histeri” adlı bu düşündürücü politik gerilim filmi ilginç kılan birkaç temel unsurlar arasında; Almanya’daki göçmen topluluklarının temsili, sanatın etik sınırları ve medya manipülasyonu gibi konuları derinlemesine ele alması dikkat çekiyor. “Her alevin ardında daha karanlık bir gerçek yatar…” mottosunun izinde, 1993 yılında Solingen’de gerçekleşen ırkçı bir kundaklama olayını konu alan bir film setinde stajyer olarak çalışan Elif’in etrafında şekillenen filmde kaybolan film makaralarıyla ilgili bir gizem filmin olay örgüsünü oluşturuyor. Krizler ve yabancılaşmayla kuşatılmış bir dünyada ırkçılığa meydan okumak ve kültürel kimlik hakkında diyaloğu teşvik etmekle ilgili derdi olan izleyiciler için film ilgi çekici bir seçim olacaktır.

Retrospektif: Dag Johan Haugerud programında film ekibinin katılımıyla izleyici karşısına çıkacak olan ve Berlinale’de “Altın Ayı”, “FIPRESCI Ödülü” ve “Guild Film Ödülü”nün sahibi olan “Hayaller” adlı film, insan ilişkilerinin karmaşıklığını ve bireysel arzuların aile dinamikleri üzerindeki etkisini derinlemesine inceleyen bir yapım. 17 yaşındaki bir gencin Fransızca öğretmenine duyduğu yoğun aşkı ve bu duygularını yazıya dökmesini konu alan filmi ilginç kılan birkaç temel unsurlar arasında; üç nesil arasındaki ilişkileri derinlikli bir şekilde irdelemesi, genç bir kadının cinsel uyanışını ve bunun toplumsal normlarla nasıl çatıştığını cesurca ele alması, sanatın bireysel ifade ve terapi aracı olarak önemini vurgulaması dikkat çekiyor. Sanatın dönüştürücü gücünü keşfetmek isteyen izleyiciler için film doğru bir seçim olacaktır.

Heyula programında yer alan ve Berlinale’de “En İyi Senaryo Ödülü” ile “Gümüş Ayı” kazanan Radu Jude imzalı “Kontinental ’25” adlı bu film, Romanya’nın Cluj kentinde bir icra memurunun yaşadığı ahlaki kriz üzerinden, toplumun çeşitli meselelerini derinlemesine ele alan bir yapım. Filmi ilginç kılan birkaç temel unsurlar arasında; iPhone 15 ile çekilmiş olmasının yanı sıra vicdani hesaplaşma, bireysel sorumluluk, bürokrasi, konut sorunu, milliyetçilik ve sosyal statünün dil aracılığıyla korunması gibi konuları gündeme getirmesi dikkat çekiyor. İnsan tepkilerinin saçmalığı ve karmaşıklığı üzerine kafa yorup kendi değeri ve toplumdaki rolünü sorgulayan izleyiciler için film ilgi çekici bir seçim olacaktır.

Antidepresan programında yer alan ve Berlinale’de “Jüri Ödülü” ile “Gümüş Ayı” kazanan Iván Fund’ın “Mesaj” adlı filmi hem biçimsel tercihleri hem de tematik derinliğiyle dikkat çeken, son derece şiirsel ve deneysel bir yapım. Filmi ilginç kılan birkaç temel unsurlar arasında; neredeyse tamamen diyalogsuz geçen olay örgüsündeki sessizliğin gücü, Arjantin taşrasının kırsal ve bazen distopik manzaralarının sadece arka plan olarak değil bir anlatı öğesi olarak da kullanılması, anlamın izinde bir “mesaj” arayışında meditatif bir deneyimle izleyiciyi anlam üretmeye ve sezgisel bağlantılar kurmaya davet etme çabası dikkat çekiyor. Eğer Apichatpong Weerasethakul, Lisandro Alonso ya da Lucrecia Martel gibi yönetmenlerin sinemasını seviyorsanız, bu filmin anlatı dışı ama ruhsal yoğunluğu yüksek dili sizi yakalayabilir.

Yine Antidepresan programında yer alan ve Berlinale’de “Mansiyon-Sanat Sinemaları Birliği Ödülü” ile “Gümüş Ayı” kazanan Frédéric Hambalek imzalı “Ne Halt Ettiğinizi Biliyorum” adlı film, klasik suç anlatılarına aşina izleyiciyi ters köşe yapan, incelikli ve sarsıcı bir yapım. Almanya’da 1990’larda yaşanmış gerçek bir çocuk cinayeti vakasına dayanan hikayede kurbanın sessizliğinden yükselen filmin anlatısını ilginç kılan unsurlar arasında; olayları dramatize etmek yerine soğukkanlılıkla ve gözlemci bir kamera diliyle anlatması, tematik katmanlarının derinliği, anlatı yapısındaki sade ama güçlü tercihler ile psikolojik gerilimi ustaca işlemesi öne çıkarken tüm bu unsurlar bir çocuğun taşıyamayacağı bir yükü neden taşıdığına, taşıdığında neye dönüştüğünü gözler önüne sererek izleyiciye “sen olsaydın ne yapardın?” dedirten etik bir soruya dönüşüyor. Pek çok şeyin bastırıldığı ve konuşulmadığı günümüzde, çocukları yeterince dinlemeyen bir toplum, sessizliğe iten bir çevre ve üstü kapatılmış acılarla ilgili konularla yüzleşme cesaretini gösterebilecek izleyiciler için film ilgi çekici olacaktır.

Mayınlı Bölge programında yer alan ve Berlinale’de “Olağanüstü Sanatsal Katkı (Yaratıcı Ekip) Ödülü”nü kazanan Lucile Hadžihalilović imzalı “Buzlar Kraliçesi” adlı film, çocuklukla erişkinlik arasındaki kırılgan geçiş evresine odaklanarak yönetmenin kendine özgü sinema dilini bir adım daha ileri taşıyan, rüya ile kabus arasında salınan son derece atmosferik ve simgesel bir yapıt. Filmi ilginç kılan noktalar hem yönetmenin tematik saplantılarını hem de biçimsel cesaretini yansıtan öğelerle örülü. Filmi ilginç kılan birkaç temel unsurlar arasında; mekanın mitolojik ve metaforik kullanımı, erkek figürünün neredeyse tamamen dışlandığı bir dünyada genç kızların maruz kaldığı dönüşümü sembollerle örülü gotik bir masalla anlatması, korku sinemasının sınırlarında dolaşırken geleneksel anlatı yapısını reddetmesi dikkat çekiyor. Cinsel uyanış, toplumsal baskı ya da kadın bedeninin kontrol edilmesiyle ilgili konular üzerine feminist okumaklar yapmak isteyen izleyiciler için bu film ilgi çekici olacaktır.

FIPRESCI’nin 100. Yıldönümü özel sunumu ile Belgesel Kuşağı programında izleyici karşısına çıkacak olan ve Berlinale’de “Panorama FIPRESCI Ödülü”nü kazanan Juanjo Pereira imzalı “Bayrakların Altında Güneş” adlı bu film, Paraguay’ın 1954’ten 1989’a kadar süren Alfredo Stroessner diktatörlüğünü derinlemesine inceleyen etkileyici bir belgesel. Sadece Paraguay’ın değil, dünya genelindeki benzer rejimlerin anlaşılması için de değerli bir kaynak niteliği taşıyan filmi ilginç kılan birkaç temel unsurlar arasında; büyük ölçüde propaganda amaçlı çekilmiş devlet kontrollü medya görüntülerinin yanı sıra, yabancı televizyon kanalları ve haber bültenlerinden derlenen arşiv görüntülerine dayanması, küresel güçlerin otoriter rejimlerle olan karmaşık ve bazen ikiyüzlü ilişkilerini gözler önüne sermesi dikkat çekiyor. Geçmişin bugünü nasıl şekillendirdiğiyle ilgilenen ve dönemin medya manipülasyonu ile diktatörlüğün propaganda mekanizmalarını doğrudan deneyimlemek isteyen izleyiciler için film ilgi çekici olacaktır.

Genç Ustalar programında yer alan ve Berlinale’de “AG Kino-Gilde-Cinema Vision 14Plus Ödülü”nü kazanan Alissa Jung imzalı “Babalık İzni” adlı bu film, toplumsal cinsiyet rollerini ters yüz eden, mizahla dokunmuş ama derinlikli bir aile hikayesi. Film, özellikle Almanya gibi sosyal devletlerin aile politikalarına ve ebeveynlik rolleri üzerine yürüttüğü tartışmalara dair güncel ve çarpıcı bir bakış sunuyor. Filmi ilginç kılan birkaç temel unsurlar arasında; klasik “annelik izni” temasını, yer değiştirmiş bir perspektifle ele alması, bu çerçevede gülümseten bir toplumsal eleştiri sunması ve farklı bir açıdan “erkeklik” sorgulaması yapması dikkat çekiyor. Kadın ve erkek rollerinin birbirine yaklaşmasının nasıl bir süreci getireceğini merak eden, “eşitlik” fikrinin pratikte nasıl bir şey olabileceğini deneyimlemek isteyen izleyiciler için günümüz ebeveynlik tartışmalarına dair zekice yazılmış, duygusal derinliği olan ama mizahı da elden bırakmayan bu film ilgi çekici bir seçim olacaktır.

Devriâlem programında yer alan ve Berlinale’de özel bir galada dünya prömiyerini yapan “Ada” adlı bu film, insan ilişkilerinin karmaşıklığını ve bireysel arayışları derinlemesine inceleyen bir yapım. Filmi ilginç kılan birkaç temel unsurlar arasında; Kanarya Adaları’ndaki Fuerteventura’nın doğal güzelliği ve atmosferi, klasik film noir öğelerini modern bir perspektifle sunması, oyuncuların performansları, karakterlerin içsel çatışmalarını ve aralarındaki gerilimi başarılı bir şekilde yansıtması dikkat çekiyor. Jan-Ole Gerster’ın filmografisiyle ilgilenen izleyiciler için derin karakter analizleri, sürükleyici hikayesi ve etkileyici mekan kullanımıyla film unutulmaz bir sinema deneyimi sunacaktır.

Devriâlem programında yer alan ve Berlinale’de özel bir galada dünya prömiyerini yapan Burhan Qurbani imzalı “En Vahşi. Hayvanda Bile.” adlı bu film, William Shakespeare’in Richard III. Oyunundan esinlenen ve modern Berlin’de geçen etkileyici bir dramadır. Filmi ilginç kılan birkaç temel unsurlar arasında; Shakespeare’in klasik eserinin günümüz Berlin’ine uyarlayarak geleneksel bir hikayeyi çağdaş bir bağlama taşımış olması, hikayenin merkezinde güçlü bir kadın karakterin bulunması dikkat çekiyor. Berlin’in farklı kültürel ve toplumsal yapısını merak eden, şehrin kozmopolit yapısını ve sosyo-politik dinamiklerini keşfetmek isteyen izleyiciler için bu film ilgi çekici bir seçim olacaktır.

Genç Ustalar programında yer alan ve Krsital Ayı Ödülü’ne aday gösterildiği Berlinale’de dünya prömiyerini yapan Čejen Černić Čanak imzalı “Tavşan Tepesi” adlı bu film, genç bir sporcunun, eski aşkıyla yeniden karşılaşmasının ardından yaşadığı içsel çatışmaları ve toplumsal baskıları konu alırken gençlik, aşk ve aile temalarını dokunaklı bir şekilde işleyen etkileyici bir filmdir. Filmi ilginç kılan birkaç temel unsurlar arasında; Slaven Zečević’in filmin atmosferini güçlendiren kurgusu ve Domas Strupinskas’ın duygusal yoğunluğu artıran müzikleri dikkat çekiyor. Kendi duygusal dünyasıyla yüzleşmek ve aile ilişkilerini gözden geçirmek isteyen izleyiciler için sevginin ve kabulün dönüştürücü gücünü vurguladığı hikayesiyle önyargıları sorgulama ve empati geliştirme fırsatı sunan film ilgi çekici bir seçim olacaktır.

Mayınlı Bölge programında yer alan ve Berlinale’de Avrupa prömiyerini yapan Emilie Blichfeldt imzalı “Çirkin Üvey Kardeş” adlı bu film, Cinderella masalının üvey kardeşi Elvira’nın perspektifinden hikayeyi yeniden anlatır. Filmi ilginç kılan birkaç temel unsurlar arasında; yönetmenin kendi deneyimlerinden esinlenerek klasik Cinderella masalını karanlık ve cesur bir şekilde ele alması, böyle bir hikayede korku-komedi unsurlarını birbirine harmanlaması, güzellik standartlarına ulaşmak için katlanılan acılar ve cerrahi müdahaleleri ele alış biçimi dikkat çekiyor. Güzellik algısı ve toplumsal baskılar hakkında derinlemesine düşünmek isteyen izleyiciler için alışılmışın dışında anlatımı, cesur görselliği ve derinlemesine karakter incelemesiyle film ilgi çekici bir seçim olacaktır.

N Kolay Galaları programında yer alan ve Berlinale’nin Yarışma seçkisinde dünya prömiyerini yapan Michel Francoimzalı “İlişki” adlı bu film, engin bir sosyalist ile Meksikalı bir bale dansçısı arasındaki tutkulu ve karmaşık ilişkiyi konu alıyor. Filmi ilginç kılan birkaç temel unsurlar arasında; göçmenlik, kültürel çatışmalar ve sınıf farklılıkları gibi güncel ve önemli temaları ele alması dikkat çekiyor. Ülkeler arasındaki karmaşık ilişkiler ve göçmen deneyimlerine meraklı olan izleyiciler filmde ayrıca güzellik ve yardımseverlik gibi konuları sorgulamalarını sağlayacak doneler de bulacak.


