Sinan Cem Çamözü
-The Lobster Üzerine Bir Deneme-
Şimdi düşün: Aşk mecburi bir şey olsa ne yapardın? Devlet seni alıp bir otele koysa ve dese ki, “45 gün içinde birini bul yoksa seni hayvana çeviririz.” Komik geliyor değil mi? Ama Yorgos Lanthimos’un The Lobster filminde tam olarak bu oluyor. Ve evet, komik; ama öyle bir komiklik ki, içini kemiren, tedirgin eden türden. Çünkü fark etmeden bizi anlatıyor.
Kime âşık olabileceğimizin, ne zaman yalnız kalamayacağımızın kararını başkasının verdiği bir dünyaya çok da uzak değiliz. Film, yakın gelecekte geçiyor. Yalnız kalmak yasak. Eşini kaybeden David (Colin Farrell), devletin işlettiği “Çiftler Oteli”ne gönderiliyor. Burada 45 gün içinde kendine yeni bir partner bulmak zorunda. Aksi halde daha en başta belirlediği bir hayvana dönüştürülüp ormana salınacak. David mesela ıstakoz olmak istiyor. Çünkü uzun yaşıyorlarmış.
İşte bu noktadan sonra işler daha da tuhaflaşıyor: Aşk burada bir his değil; süreli bir görev, yapmazsan ceza var!
Toplumda ilişki zorunluluğu
Film, yalnız kalmanın bir “kusur” gibi görüldüğü kültürlere ince ince dokunduruyor. Sanki yalnızsan eksiksin; biriyle olman seni “tam” yapıyor. İşte bu düşüncenin sistemleşmiş hali, Çiftler Oteli.
Otelin kuralları da tuhaf. İnsanlar fiziksel ya da davranışsal “benzerliklere” göre eşleştiriliyor. Burnu kanayan bir karakter başka burnu kanayan biriyle mutlu olabilirmiş mesela.
Aşk burada ortak travmaların değil, ortak semptomların işi olmuş. Her şey mekanik, fonksiyonel ve duygusuz.
Aşkın standartlaştırılması
Sevgi burada algoritmaya indirgenmiş gibi. “Uyumlu musunuz?” testiyle yapılan eşleştirmeler, duyguların değil sistemin önceliğini yansıtıyor. Gerçek bir yakınlık değil, benzerlik üzerinden onaylanan bir birliktelik.
Ama kahramanımız David bu sistemden kaçıyor. Ormanda yaşayan “yalnızlar” adlı başka bir gruba katılıyor. İlk bakışta özgürlük gibi duruyor bu kaçış. Ama değil. Çünkü bu yeni grupta da başka bir baskı rejimi var.
Aşk yasak. İnsanlar duygusal yakınlık kurarsa cezalandırılıyor. Sarılmak? Cezası var. El ele tutuşmak? İlişki kuramazsın, yalnız kalmak için yaşamak zorundasın!
Bireyin özgür iradesinin bastırılması
İster çift ol zorunluluğu, ister ilişki yasağı her iki uç da aynı şeyi yapıyor: Seni kontrol ediyor. Ne hissedeceğini, kime bağlanacağını sen değil, sistem belirliyor. Bu da aşkın kendisini politik bir alana çekiyor.
İşte David, iki uç arasına sıkışıyor. Ve sonunda, ormanda tanıştığı “kör kadın”la yakınlaşmaya başlıyor. Bu ilişki konuşarak değil, bakışarak, dokunarak, anlaşarak gelişiyor. Sessizce. Çünkü ses tehlikeli. Bu sessizlik filmin en güçlü dili haline geliyor.
Sessiz duygular, gürültülü kurallar
Dil demişken, karakterler robot gibi konuşuyor. Yüzler donuk, cümleler sanki ezberden. İçlerinden geçen başka, dillerinden dökülen başka. Sessizlik burada susturulmuş duyguların varlığını hissetiriyor bize.
Bu sessizliğin içinde, bir de hep hissedilen başka bir şey var: Gürültü. Fiziksel bir ses değil bu. Kuralların, cezaların, uyarıların, hoparlörden gelen anonsların, yaptırımların yarattığı görünmez bir uğultu. Sanki “kurallara uy!” diye bağıran bir ses hep var orada, duymuyorsun ama hissediyorsun.
Her an bir göz seni izliyor hissi… Devletin, grubun, toplumun “olman gereken” insanı senin yerine tanımladığı o uğultu, içindeki gerçek seni bastırıyor.
David’le kör kadının ilişkisi işte tam da bu gürültüyle sessizlik arasında sıkışıyor. Birbirlerine bir şey anlatmak için kelimelere değil, sezgilere güveniyorlar. Çünkü kelimeler sisteme ait. Konuşmak, yakalanmak anlamına geliyor. Sessiz olmak ise bir direnç.
Sonuçta iki uç da baskıcı: Film ne çift olmayı kutsuyor ne yalnız kalmayı. Her ikisi de kurallarla, yasaklarla bezendiğinde, insanın kendi sesini bulması imkânsızlaşıyor.
Final sahnesiyle ilgili spoiler vermeyeceğim ama şunu söyleyebilirim: David’in son kararı aslında bütün film boyunca sorgulanan tek bir sorunun cevabı gibi duruyor.
Sevgi gerçekten özgürce seçilebilen bir şey mi? Yoksa sevmek de sistemin izin verdiği kadarıyla mı mümkün?
Toplumun ilişkilere yüklediği anlam: The Lobster, romantik komedilerin tersine, aşkı bir “başarı” göstergesi olarak değil, bir tür hayatta kalma mücadelesi olarak gösteriyor. Aşık olmak burada hayat kurtarmıyor, aksine seni hedef haline getiriyor.
Sorun aşk mı, yoksa tanımlar mı?
The Lobster bana şunu düşündürttü diyebilirim: Aşka, tanım koyma gücünü kim elinde tutuyor?
Aslında film bu soruyla yüzleştiriyor bizi. Aşk, sistemin belirlediği bir formül mü? Yoksa kelimelere dökülemeyen, içten gelen bir irade mi? Belki de sadece ihtiyaçlara göre ortaya çıkan hormonal bir durum…
Yorgos Lanthimos’un bu rahatsız edici ama düşündürücü anlatısı, aşkın neye benzediğini değil, onun üzerinde kimin söz hakkı olduğunu sorguluyor. Ve belki de en sarsıcı olan şu: Gerçek aşk, bazen bir hayvana dönüşmeden hemen önce, gürültüsüz, patırsısız, sessizce, başlıyor olabilir.