Burak Soyer
Seyfettin Araç’ın yeni romanı “Zamanı Tanrı Yaşar”, Kırmızı Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluştu. Ölüm konusunu birbiriyle dirsek temasında olsalar da birçok farklı yönden bir o kadar da birbirilerine uzak altı farklı karakterin ağzından anlatan roman, sırtını yasladığı aşk, dostluk, aile ve bu toprakların dinmek bilmeyen yaraları vesilesiyle modern Türk edebiyatında yeni bir kapı aralıyor. “Zamanı Tanrı Yaşar”ı, Seyfettin Araç’la konuştuk.

- Orhun Abidelerinden Kül Tigin anıtında geçen, Bilge Kağan tarafından kardeşi Kül Tigin için söylenen, “Zamanı Tanrı yaşar, insanoğlu hep ölmek için yaratılmıştır,” cümlesiyle, sizin kitabınız “Zamanı Tanrı Yaşar” tam olarak nerede kesişiyor?
Tarihin günümüzde yaşaması gibi güzel ve özel nüanslara daldığım zamanlardan birinde bu edebi sözle karşılaştım. Defalarca okuduğum bu sözü romanımın genel hatlarını oluşturan ruhuna, gövdesine, içeriğine, vermek istediği mesaja çok uygun buldum ve bu yüzden ilk sayfadan son sayfaya kadar her bölümde bu farklılığı ki aynı zamanda bu benzerliği vermeye gayret ettim. Çünkü biz insanoğlu ölmek için yaratılmıştık bu doğruydu ve çünkü “Zamanı Tanrı Yaşar”dı, bu da kesin kes netti, en azından ütopik de olsa ruh gıdıklayıcıydı. Medyada ve edebiyat cenahında Modern Çağ Edebiyatının bir temsilcisi olduğum söylenirken şunu fark ettim; uzay çağında bir ayağımız ve modern edebiyatı ayakta tutuyoruz diğer yandan hâlâ geçmişte bir ayağımız, tarihin karanlık izlerinde ve onu da kaybetmemeye çalışıyoruz. Kesişen veya benzeyen demektense yaşamak ve yaşatmak demek daha gerçekçi olacaktır.
- Kitabınızla ilgili yazdığım inceleme yazısının başlığını, “Tersine bir varoluş hikâyesi” diye atmıştım. Kitap özelinde katılır mısınız bu görüşüme?
Yazdığınız inceleme yazısı için teşekkürler, çok zariftiniz. Sizin gibi değerli insanların romanlarımı okuması ve değerlendirme yazıları yazması çok keyifli benim için. Yazdıklarınıza katıldığım ve katılmadığım bölümler oldu fakat bu detay inanın ki hiç önemli değil çünkü ben romanı bir de sizin gözünüzden okudum, size hissettirdiklerini dinledim; bu ayrıcalık benim için kâfi derecede iyiydi. Takdir edersiniz ki her göz başka bir alem başka bir derya ve biz yazarlar bu birbirinden derin gözlerin gördüklerini yorumlamak için değil dinlemek ve yanlışlarımızı, eksiklerimizi, farklılıklarımızı, artılarımızı görmek için varız, işimiz biraz da bu. Fakat yeri gelmişken farklı bir perspektiften baktığınızı söylemek isterim. Son cümle olarak “Tersine bir varoluş hikâyesi” tezinizi farklı ve bir o kadar doğru bulduğumu ifade etmek istiyorum.
- “Zamanı Tanrı Yaşar”da, “ölüm” kavramını altı farklı karakter üzerinden farklı perspektiflerle işliyorsunuz. Bu dengeyi kurmayı nasıl başardınız. Zira tekrara düşmek gibi yüksek ihtimali var bu durumun…
Beni de en çok korkutan düşüncelerden biri buydu, yeri gelmişken itiraf etmek lazım. Çok düşündüm, çok irdeledim, çok çalıştım; bu çağın en farklı ve en edebi eserlerini ortaya koymaya gönüllü bir edebiyatçı olacaksam bu konuda riskler almam gerektiğini biliyordum. Edebiyata, yazı sanatına vakıf olanlar bilirler ki roman yazmak bir hayat kurmaktan daha zordur çoğu zaman; başladığınız gövde sonlara doğru yalpalamaya, çürümeye, kıpırdamaya başlarsa baştan sona yok etmeniz gerekebilir ve bu roman sanatının en büyük tehlikelerinden biri. Kaldı ki yedi yüz sayfalık bir eser için aldığım risk çok fazlaydı fakat bu konuda mütevazı olmayı kabul etmiyorum, yazdığım her kelimenin, her cümlenin altına imza attığım için gururla söyleyebilirim ki; korkuyla değil keyifle yazdım ve kafamda zerre kuşku olmadan baskıya gönderdim. Çünkü tema ölüm gibi çok iddialı bir konu bile olsa tekrara düşmeyeceğimi, çünkü son dönemin en iyi romanı olduğunu, çünkü edebiyatın hakkını teslim ettiğimi, çünkü dilin seviyesinin ortalamanın üstünde olduğunu biliyordum. Altı karakter, altı anlatıcı, altı yeni mekân, altı yeni dünya; bir okuyucu bu coğrafyanın kendi alanında ilk türünü okusun diye savaştım ve bundan gururluyum.
- Kitap ana hattında tek konu üzerinden ilerlese de fonda aşk, dostluk, tesadüfler ve bu toprakların yüzyıllardır süren kadim meseleleri var. Ancak tüm bunlar kitabın içinde gayet düz bir çizgide yayılıyor. Bu detayları olay örgüsüne katarken çok fazla zorlanmadığınızı düşünüyorum zira Edebiyathaber.net’teki röportajınızda belirttiğiniz gibi, romanınız “bu coğrafyanın bir aynası.” Ama diğer yandan da halı altına süpürdüğümüz meseleler. Bu konuyu bir de sizden dinlemek isterim…
Halı altına süpürülen meseleleri halıyı kaldırarak, belki de halıyı pencereden atarak yüzleşmemizi sağlayan taraf bizim için olmazsa olmaz taraf değil midir? Yazarlık, düşünür olmak, aydın diye düşüncelerimize başvuruluyor olması bunları doğurmuyor mu zaten? Kimsenin yazmadığını, konuşmadığını, anlatmadığını okuyucuya tepside sunmak ve en ince detayına kadar kurcalamak, nedenini, nasılını, niçinini okuyucuya kelime kelime anlatmak en hakiki görevimiz değil mi? Zorlanmadığım konusunda yine öngörülüsünüz evet, zorlanmadım çünkü o meselelerin toprağına, ana kaynağına doğduğum için irdelemek, anlatmak en kıymetli meselem benim. Ben insanların acılarını, yalnızlıklarını, pişmanlıklarını, hatalarını, kefaretlerini, yoksunluklarını, hiçliklerini, dostluklarını, aşklarını, melankolilerini, gizlediklerini anlatmaya çalışan ve bunu da içsel yolculuk tasviriyle yapmaya çalışan bir yazarım. Bir çiçeği, bir ceketi, bir insanı, bir binayı tasvir etmekten daha zor bir yola girdim; ben insan ruhunu tasvirle girdim bu edebiyat alemine ve bu konuda bir ilk yaratmaya çalışıyorum. Geçmişiyle hesaplaşamayan, dünüyle vedalaşamayan, yarını ile barışamayan insanların kendi iç hesaplaşmalarını dil, din, ırk kavgasıyla bataklığa dönen coğrafyayı da bir karakter olarak alıp okuyucuya sunmaya çalışıyorum. Edebiyat sever okuyucular farklı bir yazarın elinden hiç yazılmamış türler, el değmemiş konular, gün yüzüne çıkmamış hikâyeler, yeni nesil romanlar okuyacaklar, bunun sözünü verebilirim.
- “Zamanı Tanrı Yaşar”ı, bir arkadaşınızın vefatından yola çıkarak kaleme almışsınız. Yine yukarıdaki sorudaki röportajda, “Arkadaşımın ölümü romanın teknik ve duygusal tüm kavramlarını beynimde bir bir oturttu, alışılmışın dışında bir tarz benimsemem gerektiğini o bakış açısıyla çözdüm,” diyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Bir arkadaşımı kaybettim ve cenazesi için Almanya’ya gittim. Cenazeyi defnettikten sonra o arkadaşımla ve gelişen olaylar zinciriyle ilgili, merak ettiğim çok soru olunca aileyle, çevreyle günlerce süren sohbetler yaptığımı söyleyebilirim. Her karakter ortaya çıkışında şunu fark ettim; o da kendince haklı! O zaman ne yapmalıyım diye defalarca düşündüğümü anımsıyorum; okuyucu her karakteri ayrı ayrı dinlemeli ve yaşananlara objektif bir gözle bakmalı diye kanaat getirdim. En nihayetinde avucuma konan bir roman vardı ve ben, benden önceki yazarlar gibi salt olayları yazmayı, tasvirlere başvurmayı, genel anlatıcı kalıbına sığınmayı bu romana uygun görmedim. Ayrıca okuyuculara ilk günden bir söz vermiştim; elimden geldiğinde yeni türler yaratıp o tarzda kitaplarla karşılarına çıkacaktım, bu eserde de bu yolu izledim. Ali de haklıydı, Elif de. Peki bir yazar olarak nasıl anlatacaktım bunu? İşte tam burada aklıma gelenlerle kendi türünde, roman sanatı alanında bir ilk romanla “çıraklık eserim”i yaratmış oldum.
“Zamanı Tanrı Yaşar” gibi çok katmanlı romanların okur üzerinde bıraktığı etkinin biraz daha farklı olduğunu, düşünmeye daha fazla sevk ettiğini düşünüyorum. Katılır mısınız buna?
Kesinlikle katılırım, doğru bir yaklaşım, güzel bir tespit. Yazdığım, yarattığım roman tekdüze bir kitap, sıradan bir hikâye, genel geçer bir olay değil. O yüzden okuyucunun yedi yüz sayfalık bir edebi çalışmanın ona çok şey katacağını düşüncesinde birçok değişim yaratacağını bilmesini isterim. Ben sadece bir roman yazıp raflara koymak derdinde olmadım hiçbir vakit; bir eser yaratıp edebiyat çağını yeniden başlatmak gibi ütopik hayallerle girdim bu dünyaya. Bizden önceki yazarların, ustalarımız, üstatlarımızın yapmadıklarını yapmak, çalışmadıklarını çalışmak, yazmadıklarını yazmak için çabalıyorum. Çok katmanlı romanlar bu hayalin bir parçası. Okuyucu üzerinde başka etkiler bırakıp sanata geri kazandırmak için yazı sanatıyla başka sanat dallarını buluşturmak gibi ütopik hayallerim var; önümüzdeki senelerde okuyucuyu sanatın en güzel sokaklarına, caddelerine, yollarına, bağlarına, bahçelerine davet edeceğiz. Okudukça sanatın popüler kültüre karşı kazanacağını ispatlayacağız. En azından ben bunun için çok çalışıyorum, kendi okuyucularım için bu savaşı veriyorum.

Burak Soyer
2005 yılında Radikal Gazetesi Kültür Sanat Servisi ve Kitap Eki’nde gazeteciliğe başladı. Şimdiye kadar Milliyet, Hürriyet, Hürriyet Kitap Sanat, BirGün, BirGün Pazar, BirGünKitap, Taraf, Cumhuriyet Pazar, T24, Gazete Duvar, sendika.org, solhaber.org’a, siyaset, edebiyat, müzik, sinema, tiyatro yazıları yazdı. Halen Gazete Pencere, Bianet, Gazete İkinci Yüzyıl ve OT dergisine kültür sanat, K24, Edebiyathaber.net, Oggito, Ne Okuyorum?, Ajandakolik, Mahal Dergi, Romanoku internet sitelerine de edebiyat yazıları yazıyor. 2017 yılında ilk kitabı Zıvana Doğan Kitap etiketiyle yayımlandı. Zıvana’nın devamı olanBuji de 2019 yılında aynı yayınevinden çıktı. Son romanı Ring ise, geçtiğimiz Eylül ayında Karakarga Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluştu. 2015 yılında Anadolu Üniversitesi Sosyoloji bölümünden mezun olan Burak Soyer, halen Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Sanat Tarihi bölümündeki eğitimine devam etmektedir.