Gaye Aybar
“Burası evim” dedi karısına. Evlendikleri ilk günden beri adamın evinde yaşıyorlardı. Çocukları büyümüş, torunları dünyaya gelmişti. Yıllar sonra karısının istediği sadece denizi gören bir evdi. Ancak eşinin kararlı duruşu karşısında hayal kırıklığına uğrasa da ısrar etmedi. Konuşmanın ardından içi buruk bir şekilde sessizce yatağına uzandı. Yataklarının baş ucunda eşinin büyükannesinden kalan üzerinde dağların, bayırların ve suların resmedildiği müzik kutusunu açtı. İçinde tek ayağı ile zemine sıkı sıkı tutunan balerin figürü, çalan müzik ile arada küçük takılmalarla beraber dönmeye başladı. Tak, tuk…
Kapı büyük bir gürültüyle çalıyordu. Uykusundan fırladı. Yan odada uyuyan üç yaşındaki oğlanı sakince uyandırıp kucağına aldı. “İşte geldiler” dedi.
“Evle beraber yanmak istemiyorsanız çıkın” diye bağıran sesler duydular. Daha önceden hazırladığı bohçayı alıp hızla dışarı çıktılar. Etrafta askerler, ellerinde tuttukları meşalelerle karanlığı aydınlatıyordu. Çocuk korkmasın, diye kadın çocuğu göğsüne yakın tutuyordu.
“Yürüyün” dedi askerin biri. Köy meydanına doğru herkesi topluyorlardı. Dönüp bir kere daha evine baktı. Bir askerin elindeki meşaleyi oraya fırlattığını gördüğünde içi ezildi ve gözlerinden yaşlar boşandı. Çocuksa kulağını onun kalbine dayamış olanca acıyı sadece onun gözlerinden okumuyor acı ve çaresizlik içinde atan kalbinin sesinin fısıltısını da duyuyordu: “Artık yok oldu her şey, köksüz kaldık.”
Köyün meydanına sürüklenmiş insanlar çeşitli ağıtlar içinde, kimi suskun, kimi öfkeli ama hepsi çaresiz etraflarında büyüyen alevler içinde bekleşiyorlardı.
Güneş o gün hüzünle doğdu. Etraf aydınlanmaya başladıkça etrafta toprağından sökülüp atılmış ağaçlar gibi toplanmış insanlar daha belirginleşti. Çocuklar, yaşlılar ve kadınlardan oluşan bir topluluk birbirine sokulmuş oturuyorlardı. Ortalık gece gibi sessizdi, kuşlar ötmüyordu. Evler alevlerin içinde eriyip gitmişti, gözlerinin önünde eriyen anılar gibi.
“Yürüyün” dedi bir asker. “Kalkın” artık buralar bizim. Birkaç direnen olduysa da nafile çabayla, hepsi bilmedikleri bir yola doğru ite kaka sürüklendiler. Köy mezarlığının yanından geçerken büyükanne ve ölmüşlerinin mezarına bakarak son kez dua okudu.
Yürüdüler, yürüdüler. Geçtikleri yollar üzerinde gördükleri çiçekleri kökleriyle söküp cebine atanlar, bazılarının tohumunu, bazılarının soğanını saklayanlarla yürüyüşleri devam ediyordu. Her adım söküm gibiydi. Kimileri de cebine toprak, taş dolduruyordu. Kalan çiçekler, taşlar, topraklar peşlerinden göz yaşı döküyorlardı. Çocuk arada koşup oynuyor, arada yürüyor arada kucaklarda taşınıyordu. Arada da büyükannesine “Ne zaman eve gideceğiz,” diye soruyordu. Büyükannesi de ona masallar anlatıp avutuyor ve “Yakında, sabret,” diyebiliyordu. Haftalarca yürüdükten sonra kimi akraba eş dost ellerindeki kağıtlarda yazan tanıdık adreslere doğru farklı yönlere doğru yol aldılar. Bir daha birbirlerini göremeyecek olmanın acısıyla veda ederlerken herkes birbirini hatırlamak adına ellerindeki eşyalardan birbirlerine veriyorlardı. Oğlanın da yol boyunca canı sıkılmasın diye avucuna içinde balerin olan bir müzik kutusu bıraktılar.
Kalanlarla beraber limana geldiler. Büyükanne göğsüne sakladığı para ile uzun yol gemisine binmek için bilet aldı. Aylar geçmişti limana vardıklarında. Çocuk denizi ve gemileri ilk kez görüyordu.
“Yeni evimiz bu mu?” diye sordu.
“Hayır canım, bizi evimize götürecek gemi bu.”
Kendileri gibi göçe sürüklenen insanlarla beraber bir ay boyunca sürecek yolculuk geminin siren çalmasıyla başladı. Yürümekten şişen, yaralanan ayakları nihayet dinlenebilme fırsatı bulmuştu. Büyükanne çocuk uyuduğunda uzaklaştığı ülkesine bakarken kalbinden kopan tarifsiz acılar dalga olup kıyıya çarparken, vatan toprağına son kez dokunup vedalaşıyordu. “Hoşça kal toprağım, her şeyim” diyordu kalbinin dalgaları kıyıları severken. Tek tesellisi kucağında uyuyan torunuydu. Sarı saçlarını bahçesindeki buğday başakları gibi okşuyordu. Elini cebine attı ve yıllar önce olur da başlarına bir şey gelirse diye bir akrabasının yazdığı mektup ve noterden gelen kâğıdı çıkardı. Tutunduğu umut dalı buydu. Tekrar okudu ve bu defa göğsüne sıkıştırdı. Sonra çocuk uyandı ve bir süre camdan baktı. Yanında duran müzik kutusunun anahtarını kurdu. Kutuyu açtı ve müzik çalmaya, balerin de tek ayağı üzerinde dönmeye başladı.
Yatağında gözlerini açtığında sabah olmuştu. Eşi yanında uyuyordu. Eşinin sarı saçlarını okşadı. Sonra onu öptü. Kulağına fısıldayarak “Evet,” dedi. “Burası evin.”

Dr. Hikmet Gaye Aybar, psikiyatri alanındaki uzmanlığı ile bütüncül bir terapi yaklaşımı sunmaktadır. 2003 yılında Prof. Dr. Mehmet Sungur’dan aldığı Bilişsel Davranışcı Terapi eğitimiyle başlayan terapi yolculuğunu, cinsel terapi, çift ve aile terapisi, EMDR, sanat psikoterapisi, travma odaklı terapi, edebiyat gibi çeşitli eğitimlerle destekledi. Bilim ve sanat çalışmalarını bir arada kullanan Aybar, bireysel, aile, çift danışmanlıklarının yanı sıra gruplarla ve topluluklarla yaratıcı drama, sanat psikoterapisi, yaratıcı dans atölyeleri ile çalışmaktadır.

