Gaye Aybar
Kıyıya nazikçe vuran dalgaların sakinliğini arada kuş sesleri bölüyordu. Limandan ayrılan teknelerin sesi ortalıkta yankılanmaya başlamıştı bile. Deniz sakindi, ama içinde bir dalganın yönünü bulmaya çalışan bir şey vardı. Suyun yüzü ne kadar dinginse, içi o kadar hareketliydi tıpkı onun zihni gibi.
Kumsala oturup ayaklarını suya uzattı. Parmakları bir kuma bir suya bulanıyordu. Suyla kum parmakları arasında yakalamaca oynar gibiydi. Bu tatlı oyunu izlerken sanki bir el onu denize doğru çekmeye başladı ve bir anda suyun içinde buldu kendini.
Suyun altında bir yelkenin ortasında oturuyordu şimdi. Büyük bir şaşkınlık içinde “Neredeyim?” diye aklından geçirdi. Etrafı harita gibi örülmüş su yollarıyla çevriliydi. Her kaynaktan farklı renkte sular çıkıyor ve her su kendi yolunu izliyordu. Karanlık ve ışıltılı sular. Siyah ve kasvetli olan ürkütücüydü. Ancak mavi, yeşil, turuncu ve sarı renkte ışıltılı sular da vardı. Bir de kırmızı renkli olan. Her birinin dalgası duvarlara çarpıp ses çıkarıyor, sonra sönüyordu. İçinden “Ne kadar gürültülü bir yer burası!” diye geçirdi. Burası denize hiç de benzemiyordu. Gözü duvarları inceliyordu. Belki de gürültünün sebebi duvarlardı. Sularda yorulmuş, sakinliği özlemiş gibiydiler. Onların niye ayrı ayrı aktıklarını merak etti. Oysaki birlikte aksalar ne de tatlı görünürlerdi.
Siyah renkli, kasvetli suyun kaynağına doğru yola çıktı. Yol, kaynağa yaklaştıkça daralıyordu. Sıkışık ve yüksek duvarlar ışığı keserken giderek sivri çıkıntılar belirmeye, pis kokular duyulmaya başladı. Su giderek balçıklaşıyordu. Tüyleri ürperdi. Bu suyun ne işe yaradığını, niye var olduğunu kavramaya çalışıyordu. Kaynağa yaklaştıkça dalgaların çarptığı duvarlardan korkunç sesler yankılanıyordu.
“Bu senin suçun.”
“Cezalısın.”
“Beceriksizin tekisin.”
“Utanç vericisin.”
“Senin aklın ermez ona.”
“Sevilmeyi hak etmiyorsun.”
Sesler içini sivri taşlar gibi kesiyor, soluğunu tıkıyordu. Burası eski seslerin, suçluluğun, korkunun, utancın yaşadığı bir zindandı. Kafasındaki sorularla oradan kaçarcasına uzaklaştı.
Kırmızı suyun aktığı yere yaklaştıkça duvarlar keskin ve sert bir görünüm almaya başladı. Ortamdaki sıcaklık arttı ve suların fokurdadığını fark etti. Dalganın çarpmasıyla duvardan “Hayır, istemiyorum,” diye bir ses çıktı. Her yeni dalga yeni bir söz getiriyordu:
“Şu anda müsait değilim.”
“Hayır.”
“Burası benim alanım.”
“Bu benim bedenim.”
“Bundan hoşlanmadım.”
“Teşekkür ederim ancak düşünmüyorum.”
“Yeter, ama!”
“Haddini bil!”
“Çek elini!”
Buradayken omurgasında bir dikleşme, omuzlarında kararlı bir duruş, başı dik, kolları yanlarında, kimsenin eğip bükemeyeceği bir bedenlenmesi oluvermişti ve tabii ki de ayakları yere sağlam basıyordu. Burası öfkenin yakıcılığını değil, kendi olmanın sıcaklığını ve kararlılığını hissettiriyordu. Edindiği keşifle beraber diğer sulara doğru kendinden emin bir halde yol aldı.
Mavi suya yaklaştıkça bir serinlik hâkim olmaya başladı. Duvarların bazısı gök mavisi, bazısı buz mavisiydi. Burada ferahlık ile dinginlik ve serinkanlılık hissetti. Dalgalar duvarlara çarptığında “Sakin,” diye bir ses duyuldu. Sonraki dalgada “Yoluna girer,” diye bir ses duydu.
Arkasından duymaya ihtiyacı olan sesleri işitti:
“Olduğu kadar.”
“Elinden gelenin en iyisini yaptın.”
“Olduğun halinle iyisin.”
“Güvenebileceğin kişiyi seçebilirsin.”
“Gönüllü müsün?”
Mavi sulara çapalamak istedi yelkenliği. Göğüs kafesi genişledi. Nefesi rahattı. Bedeni yumuşacıktı. Seslerin tonu ve sözlerin yumuşaklığı ona iyi gelmişti. Neredeyse uyuya kalacaktı ki yeşil bir dalga yüzüne çarptı.
İçinde çam ağaçlarının kokusunu, çimenleri, biberiyeyi, ıhlamuru, defneyi, çeşitli tadı ve kokuyu barındıran bir his vardı. “Huzur,” dedi. Yeşil sulara varması uzun sürmedi. Buradaki duvarlar dallı budaklı, kökleri, taçları, rengarenk yaprakları olan farklı boydaki ağaçlar gibiydiler. İçlerinde yeşilin bin bir tonu. Sanki bir ormanın içinde yolculuk yapıyordu. Suyun duvara vurduğu yerlerden kuş sesleri arada da yaprakların hışırtıları duyuluyordu.
Sonra sözler duyuldu.
“Uzan biraz.”
“Dinlen.”
“Rahatla.”
“Etrafı dinle.”
“Fark et ve tadını çıkar.”
En son ne zaman gerçek manada dinlenmişti. Durup da etrafını hissetmeyeli epey olmuştu. Gün içinde en çok baktığı şey saatti.
“Kaç dakikam kaldı?”
“Bir saate halledebilir miyim?”
“10 dakika da yetişsem daha ne.”
Bedeninin gerildiği anlar geldi aklına. Sonra yüzünü nicedir unuttuğu yeşile çevirdi, burnunu kokulara dayadı, kollarını duvardan ağaçlara sardı, çimenimsi duvarlara boylu boyunca uzandı. Dinlendi. Çalkantı buradayken daha bir sessizdi sanki. O da ortamın huzurundan kendi payına düşeni almıştı.
Hiç ayrılmak istemese de sarı ve turuncu sular merakını çekiştiriyordu. İki kardeş gibi yan yana akıyorlar ve kırmızıdan ton çalıyorlardı. Suları ılıktı. Yaklaştıkça oyunsu bir neşe ile mutluluk ve güvenlik hissi doldu karnına. Kelebek desenli duvarlar şekerleme gibi karşısında duruyordu. Üzerlerinde çiçekler açmıştı. Hercailer, laleler, yaseminler, hanım elleri, erguvanlar ve daha neler. Etrafta bal arıları, sincaplar, tavşanlar, uğur böcekleri dolanıyordu. Kalbi genişledi.
Dalgalar bu defa kalbinin duvarlarına vurup seslendi. “Seni seviyorum.”
Kalpten gelen bu sözle gözlerinden boşalan sarı turuncu yaşlar, içindeki sevgiyi dışarı taşıyordu.
“Sen özel ve biriciksin.”
“Değerlisin.”
“Sen sevilmeye değersin.”
Ellerini bir karnına, bir kalbine, bir yüzüne götürdü. İçinden akan sevgi ve şefkati fark etti. Hiç bu kadar canlı hissetmemişti. Saçma gelirdi hep insanın kendine bunları demesi. “Meğerse öyle değilmiş,” dedi. Birkaç kere daha kendi kendine söyledi bunları elini kalbine koyarak. Sonra kalbinin duvarına çarpan yeni bir dalganın fısıltısını duydu: “Neye ihtiyacın var?”
Bunu duyunca sarsıldı. Hiçbir zaman duymadığı, kendine sormadığı bir soruydu. “Neye ihtiyacın var…Neye ihtiyacım var?”
Bu çok güçlü bir histi. Yaşam enerjisi hiç bu kadar renkli olmamıştı. Çalkantıya “Beni kasvetli, siyah renkli sulara götür,” dedi. Çalkantı yelkenlinin yönünü siyah, karanlık sulara doğru çevirdi. Artık daha cesurdu, korkmuyordu. Onlarla yüzleşmeye, onların sesini kısmaya hazırdı. İçindeki yaşam enerjisinden renkler fışkırıyordu. Her renk karanlık suya ve kasvetli duvarlara bulaşıp ışıltı bırakıyordu. Duvarların üzerinde yeni desenler oluşuyor ve giderek sivrilikler yerini yuvarlak hatlara bırakıyordu. Balçık da renkli sulara karışıp yok oldu. Suyun rengi giderek turkuaza döndü. Pis kokuların yerini çiçek kokuları aldı. Zindandaki sesler kısıldı. Her şey şimdi daha iyi gözüküyordu.
O sırada daha önce karşılaşmadığı bir dalga fark etti. Bu mor renkli bir dalgaydı. Dalga ona gülümsedi ve “Sayende az önce doğdum,” dedi. “Ben sanatçı-yaratıcı dalgayım. Siyah sular benim var olmama müsaade etmiyordu. Yapmak istediklerimi hiç onaylamıyorlardı. O yüzden sesim cılız, dalgam belirsiz bir nokta gibiydi.”
“Hoş geldin,” dedi ve mor dalgaların içinde dans edip, şarkı söylemeye başladı.
Omzuna bir el dokundu: “Şarkı mı söylüyorsun sen?” dedi arkadaşı.
“Evet,” dedi gülümseyerek. “Artık hep şarkı söyleyeceğim ve dans edeceğim.”
Birlikte denize baktılar. Ufuktan gökkuşağı renginde bir yelkenli geçiyordu. Yelkenlinin dalgaları kıyıya vurduğunda, içinde bir şeyin yerine oturduğunu hissetti.
Deniz sakindi, ama o biliyordu. Bazen bir çalkantı da gerekirdi, denizin canlı kalması için.

Dr. Hikmet Gaye Aybar, psikiyatri alanındaki uzmanlığı ile bütüncül bir terapi yaklaşımı sunmaktadır. 2003 yılında Prof. Dr. Mehmet Sungur’dan aldığı Bilişsel Davranışcı Terapi eğitimiyle başlayan terapi yolculuğunu, cinsel terapi, çift ve aile terapisi, EMDR, sanat psikoterapisi, travma odaklı terapi, edebiyat gibi çeşitli eğitimlerle destekledi. Bilim ve sanat çalışmalarını bir arada kullanan Aybar, bireysel, aile, çift danışmanlıklarının yanı sıra gruplarla ve topluluklarla yaratıcı drama, sanat psikoterapisi, yaratıcı dans atölyeleri ile çalışmaktadır.


