Gizem Gökmen
Varlığın en ilkel ve en karmaşık eylemlerinden birisidir kabuk inşa etmek. Tıpkı bir istiridyenin, içine sızan kum tanesinin canını acıtan sürtünüşünü dindirmek için katman katman sedef salgılaması gibi, biz de ruhumuza batan ilk hayal kırıklığının keskin acısıyla kendi kabuğumuzu örmeye başlarız. Bu durum, savunma mekanizması olarak bilinen hayatta kalma sanatının en somut, en melankolik eseridir. Başlangıçta ince, neredeyse şeffaf bir zardır; sadece en sert rüzgârları dışarıda tutmaya yarayan geçici bir kalkan. Ama her darbede, her vedada, her duyulmamış feryatta o zar kalınlaşır, sertleşir ve giderek ağırlaşan bir zırha dönüşür.
Bu kabuk, varoluşsal bir hapishanenin ta kendisidir. Başkalarının bakışlarından, yargılarından ve potansiyel olarak verebilecekleri zararlardan korunmak için inşa ettiğimiz bu sığınak, zamanla bizi kendimize yabancılaştıran bir hücreye döner. İçeride güvende olduğumuzu zannederiz, oysa sadece yalnızızdır. Dış dünyanın sesleri boğuklaşır, renkleri solar ve hayatın dokusu pürüzsüz, hissiz bir yüzeye indirgenir. Kabuğun içindeki birey, acıdan kaçarken aslında yaşamın kendisinden, yani onun tüm kaotik ve öngörülemez güzelliğinden feragat ettiğinin farkında değildir. Korunmak, donmak haline gelir.
Kalp kırıklığı, bu inşaatın baş mimarıdır. O, sadece bir kapıyı çarpıp gitmez; giderken temel kolonları da dinamitler. İşte o enkazın ortasında, savunmasız ve çıplak kalmış ruh, eline geçen ilk malzemelerle (gurur, öfke, güvensizlik ve anılar) aceleci bir barınak yapar. Kabuk, kırık bir kalbin üzerine çekilen bir yorgandır. Altında hem yarayı saklar hem de o yaranın bir daha asla kanamaması için onu dünyadan tecrit eder. Ancak bu yalıtım, iyileşmenin de önündeki en büyük engeldir. Çünkü yaralar, ancak hava aldıklarında, güneş gördüklerinde ve bazen başka bir şefkatli elin dokunuşuyla iyileşebilir. Oysa kabuk, ne güneşin sızmasına izin verir ne de herhangi bir dokunuşun içeri ulaşmasına. İçerideki, kendi yankısıyla baş başa kalarak çürümeye terk edilir.
En kalın kabuklar en yumuşak duyguları saklar. Bu, en büyük trajedidir. Dışarıdan bakıldığında kayıtsız, soğuk ve ulaşılmaz görünen o yapının ardında, yeniden incinmekten ölesiye korkan, sevgiye ve anlaşılmaya muhtaç titrek bir öz vardır. Bazen bir şarkı notası, eski bir fotoğrafın kokusu ya da beklenmedik bir tebessüm, o kireçlenmiş duvarda ince bir çatlak yaratır. İşte o çatlaktan içeri sızan ilk ışık huzmesi, en acı verici andır. Çünkü o ışık, içerideki mahkûma dışarıda bir hayat olduğunu hatırlatır. O fısıltı, kabuğun ne kadar ağırlaştığını, onu korumak yerine nasıl taşıdığı bir yüke dönüştüğünü fark ettirir. Asıl cesaret, kabuğu kırmak değil, o çatlakla yaşamayı öğrenmektir. Dışarıyı tamamen içeri alacak kadar değil, ama içeriye umudun sızmasına yetecek kadar. Belki de bilgelik, yenilmez bir zırha sahip olmak değil, en derin yaralarımıza rağmen kabuğumuzdaki çatlaklardan sızan ışığa yüzümüzü dönebilme gücüdür. Çünkü en nihayetinde, bizi hayata bağlayan şey kabuğumuzun kusursuzluğu değil, o çatlaklardan içeri sızan ve bize hâlâ yaşadığımızı fısıldayan o ince sızıdır.


