Ahmet Kayhan Bozdoğan
Denizin kıyıya fırlattığı bir kabuğu eline aldı. Renkleri solmuş, kenarları yer yer kırılmıştı ama kulağına götürdüğünde hâlâ denizin uğultusunu saklıyordu.
“İçinde koskoca bir dünya var,” diye düşündü. “Ama kabuğunu kırarsan, hiçbir şey kalmaz.”
İnsanın kalbi de böyleydi belki. Kırılmamak için kendine bir kabuk örüyordu. Zamanla o kabuk kalınlaşıyor, ağırlaşıyor, sonunda içindeki ses bile duyulmaz oluyordu.
O gün, kabuğu cebine koydu. Bir karar vermişti, ya kendi kabuğunu kıracak ya da ömür boyu denizin sesini sadece uzaktan dinleyecekti.
ÇATLAKLAR
Kabuk, cebinde günlerce onunla gezdi. Çamaşır makinesine girmedi, düşmedi, kaybolmadı. Ne zaman elini cebine atsa, parmak uçlarında o pürüzlü yüzeyi hissetti.
Bir akşam aynanın karşısına geçti. Yüzüne uzun uzun baktı. Gözlerinin etrafındaki çizgiler derinleşmişti, dudaklarının kenarında yıllardır süren bir suskunluğun gölgesi vardı. İçindeki sesi yıllardır bastırdığını, kabuğun sadece dışarıdan değil, içeriden de örüldüğünü fark etti.
“Kendi kabuğumu ben kalınlaştırdım,” dedi fısıltıyla. “Kırılmaktan korkarken, aslında yaşamayı unuttum.”
O gece ilk kez defterini açtı. Yıllardır biriktirdiği kelimeleri, birer birer yazmaya başladı. Cümleler dökülürken, içindeki kabuğun çatladığını hissetti.
Her çatlak, acı veriyordu. Ama aynı zamanda, sanki içeriden ışık sızıyordu.
IŞIK
Çatlakların arasından ince çizgiler halinde ışık sızıyordu artık. Başta gözlerini kamaştırıyordu bu ışık, çünkü uzun süre karanlıkta kalan göz, aydınlığa alışmakta zorlanır.
O ışık, çocukluğunun unutulmuş bir hatırasını getirdi önce. Yaz akşamları, sahilde deniz kabukları toplayan bir çocuk… Rüzgârın taşıdığı yosun kokusu, dalgaların sesine karışan kahkahalar. O çocuğun gözlerinde korku yoktu, sadece merak vardı.
Sonra ışık, gençliğinde söyleyemediği cümleleri getirdi.
“Ben istemiyorum.”
“Ben seviyorum.”
“Ben korkuyorum.”
Hepsi birer birer kabuğun içinden dışarı taşmaya başladı. Ve en sonunda ışık, onun hiç fark etmediği bir şeyi gösterdi; içindeki öz, kırılgan değilmiş. Asıl kırılgan olan, saklandığı kabukmuş. Çünkü kabuk kırıldıkça, içindeki öz daha da parlıyordu.
Elini cebine attı, kabuğu çıkardı. Artık uğultusunu duymuyordu.
Çünkü deniz, içindeydi.
DENİZ
Kabuk artık kırılmıştı. Elinde kalan parçaları avucuna aldı; keskin kenarları parmağını çizdi, hafifçe kanattı. Ama bu acı, yıllardır hissettiği en gerçek şeydi.
O sabah sahile yürüdü. Hava serindi, dalgalar kıyıya ağır ağır vuruyordu. Cebindeki kırık parçaları birer birer denize attı. Her parça suya düştüğünde içinden bir yük daha eksildi.
Son parçayı atarken kendi kendine fısıldadı:
“Ben kabuğum değilim. İçimde sakladığım denizim.”
Bir süre denizin kıyısında durdu, dalgaların geliş gidişini izledi. Artık uğultuyu duyması için kulağına bir kabuk dayamasına gerek yoktu. Çünkü denizin sesi, onun nefesiyle bir olmuştu.
Ve ilk defa, kendi sesini duydu; korkmadan, saklanmadan, kabuksuz.


