Burak Turgut
“En yükseklere ulaşmaya çalışmak, yolunu kaybetmişlerin en son durağıdır,” demişti Bay Sorvelis, birkaç gün evvel. Bleaktown’un kasvetli ve gri sokaklarında yürürken bu bilge ihtiyarın söylediği gelişigüzel cümlelerin pası hâlâ üzerimdeydi. Bana karşı söylenen bu cümleler, muhtemelen daha öncelerde oldukça derin bir şekilde düşünülmüştü. Bleaktown akşamı her zamanki gibi puslu ve soğuktu. Kendi kendimden kaçmak için atıldığım sokaklarda yavaş ve temkinli adımlarla yürürken, bir yandan da geçen gün yaptığımız konuşmayı düşünüyordum. Öte yandan, etrafı kaplayan yoğun sisli hava her şeyi silikleştiriyor, adımlarımın sınırını birer birer yutuyordu. Ben ise her zamanki gibi daralan nefesimle birlikte derin bir iç çekiyor ve önümü göremediğim bu hava koşuluna hayıflanıyordum. Ancak gereksiz bir hayıflanmaydı bu; zira ben zaten uzun zamandır önümü göremiyordum. Kaçınılması güç bir durumdur bu, ya kendi karanlığınızı aydınlatmak için bir mum ararsınız ya da karanlık sizi yuttuğu için kendinizi mumla ararsınız. Seçmek ve yönetmek sizin elinizdedir. Sağ dizimin bir parmak altındaki yara, bugün normalden daha az acıtıyordu canımı. Hemen yanı başımda duran, harabeden hâlliceye dönmüş yıkık dökük binanın merdivenlerine oturup dizimi sıyırdım. Dokunduğumda hissedilen hafif ısının nedeni belliydi: Yara, kabuk tutarak örtülmeye başlıyordu. Klasik yaşam döngüsü… Hayatta kalma işleri, çoğu kez bu olay gerçekleşerek tesadüfi bir ritüele indirgeniyordu ne de olsa. Derin birkaç nefesi içime çekerken, ciğerime giren oksijeni ve havadan içime giren minik toz zerrelerini hissediyordum. Bir yandan da dizimdeki bu yaranın nasıl oluştuğunu anımsamaya çalışıyordum. Bay Sorvelis ile olan konuşmamızın üstünden dört gün geçmişti. Onun yanından ayrıldığım o gece, bir balçık kıvamına gelen zihnimin çok da sağlıklı çalıştığı söylenemez. Yaranın nasıl açıldığını hatırlamıyorum. Sisli bir sokakta mı düştüm, yoksa düşmek için mi o sokağa girdim, bilmiyorum. Belki de kimse dokunmadı bana; yalnızca kendi bacaklarımdan intikam almak için ben sürttüm taşlara. İnsan bazen kendi tenini yaralayarak içindeki kırıkları dışarı taşırır. Hangisi doğru, emin değilim. Emin olduğum tek şey, insanoğlunun kabuk tutacağından emin olduğunu sanarak kendine yeni yaralar açtığı. Bunu da o ihtiyardan öğrenmiştim. Yorgunluktan ve uykusuzluktan bitap düşen bedenimi zor da olsa kaldırıp yürümeye devam ettim. Gökyüzündeki siyahlık, göz kapaklarımın altındaki siyahlıkla eşsiz bir uyum yakalamıştı. Uykuya olan direncim ve zihnimi ele geçiren tonla soru, beni Bleaktown sokaklarında bir flanör edasıyla yürümeye zorluyordu. Bu gece hem bu küçük kasaba hem de benim âciz ruhum gereğinden fazla soğuktu. Antik mitlerdeki veya dinî ögelerdeki o kutsal ateş belki de bu yüzden bu kadar ilgimi çekiyordu. Buzdan yontma ruhlardan ılımanlık beklenemezdi. Aşırı ve aykırı olmak, bir faninin giyebileceği en sıcak ve en kaliteli giysidir belki de. Günün her altmış dakikalık dilimi ilerlerken, gökyüzü de siyah yorganını daha çok üstüne çekmeye başlıyordu. Karanlığın içine hapsolan tek şeyin ben olmadığımı fark ettiğimde ay gökyüzünde çoktan silikleşmişti. O an, artık beni aydınlatacak herhangi bir şeyin kalmadığını düşünmeye başlamıştım. İçimden bir ses, bu gece aydınlığa kavuşmazsam, en azından ufacık bir ışık huzmesi görmezsem her şey için çok geç olabileceğini söylüyordu. Belki de yürümeye bu yüzden devam etmem gerektiğini düşündüm. Yürümeye devam ederken, içimden gelen güçlü bir dürtüyle Bay Sorvelis’in tavernasının olduğu sokağa saptım. Adımlarım sıklaşmış, nefes alışverişlerim hızlanmıştı. Âdeta içimde hapsolmuş tüm potansiyeli, içimdeki kabuk tutmuş her şeyden sıyrılmak için var gücümle kinetik bir enerjiye çevirmek için kullanıyordum. Bu yürüyüş bugün bir kaçış veya bir çukura düşüşün cılız omurgasını taşımıyordu. Bu gece, varlığın ve yokluğun savaşında iki düşman safının tüm günahlarını gün yüzüne çıkartarak yüzleşme hâli gözlemleniyordu. Bu eşsiz felsefi savaş, yüzyıllarca yazılmış binlerce usta ezgi gibi muazzam bir kaos hâlinde, benzersiz bir orkestra gibi duyanı mest eden cinsten kaotik bir ezgi çalıyordu. Üç sokak ötesi. Saptığım konumun adı Nyx Alley. Kabukların ya tekrar kanayacağı ya da iyileşmek için zaman bulacağı cevaplar için tavernaya yürümeye devam ettim. Bu sokak, hiç şaşırtmıyordu beni. Kuytu köşedeki ücra konumu, kuytu köşelerde kalmış, kendini unutmaya çalışan, belki de çoktan unutmuş olan insanlara birkaç bardak bir şeyler karşılığında acıyan yaraları hafifletme fırsatı sunuyordu. Birkaç dakika durup etrafta kendinden geçmiş olanları seyrettim. Aramızdaki tek fark, benim fiziksel olarak daha dengede duruşumdu. Gerisi aynı. Ruhsal hastalıkların en büyüğüne sahip insan kimdir sorusunun cevabı, yaşadığı kötü şeylerin yalnızca kendi başına geldiğini düşünen budalalardır. İçeriye, Bay Sorvelis’in yanına geçmeden önce birkaç dakikayı tekrar düşünmeye harcamak istedim. Bu sonsuz ve anlamsız tekilliğin içindeki kozmolojik detaylar, insan ruhunu her zaman garip bir ruh hâline büründürmüştür. Her ne kadar pek iç açıcı bir manzaraya ve güzelliğe sahip olmasa da Bleaktown, bu kötü koku ve görüntüsüyle insana biraz da olsa aidiyet hissi veriyor diye düşündüm. Yaşadığı hayatın tamamını bir maske ardında, sosyal hayata adapte olabilmek ve kabul görebilmek için bir persona biçiminde yaşamaya devam eden canlı elbette ki kurnaz insanoğlu olacaktı. Bu yüzden bu şehir, ilk defa ev gibi hissettiriyordu. Tüm o formaliteden arındırılmış, yapmacık ve sinir bozucu o şehirlerin aksine, bu şehir bir insanın içinde sakladıklarını görmeye yarıyordu. Kimya denen bilim gariptir. Dünyadaki tüm lekeleri temizlemeyi amaçlasanız bile, ruhunuzdaki karanlık ve pis taraf her zaman var olacaktır. Çünkü fıtrat budur, yaradılış budur. Sözgelimi, kafanızı çevirin ve dünyayı gözlemleyin. Milyonlarca insanın yaşadığı bu yeryüzü, eşi benzeri olmayan bir tiyatro sahnesi gibidir; içinde de rolünü eksiksiz yerine getiren milyonlarca insan. Hangi birine yarası yok diyebilirsiniz? Hangi birine gerçekten iyi diyebilirsiniz? Bir insanın iyi olup olmadığı, yalnızca kabuk tutmuş yaralarına naif bir çizik atana kadar anlaşılmaz. Gerisi, içe atılan her şeyin mucizevi dışavurumudur. O an çizik attığınız yaraya asit dökülmüşçesine tepki alacağınızı anımsayın. Kendi kendimle yaptığım bu konuşmadan sonra, tahammül sınırımın sonuna ulaştığımı fark ederek karanlıkta, sadece ömrünü tamamlamaya yakın gaz lambasının sönmeye direnen alevi ile belirginleşen tavernaya yürüdüm. Ah, ne kadar da bana benziyordu. Bu şehirde bu tavernanın adı bile bir şeyler anlatıyor gibiydi. Bay Sorvelis’in “Son Durak” ismini özellikle seçmiş olma olasılığı elbette vardı. “Yolunu kaybetmişlerin son durağı” derken burayı kastediyordu belki de. Buraya gelişim, yolumu kaybedişimin kanıtı niteliğinde olabilir miydi? Ve evet, biliyorum. Bazı limanlardan kalkan gemiler yoktur, yalnızca batanlar vardır. Tabelası yarı silinmiş, çivileri paslanmış ahşap kapının gıcırdamasıyla beraber içeri girdim. İçerisi, Bleaktown’un tüm pisliğini, yorgunluğunu ve çaresizliğini soluyordu. Hava bayat bira, ter, tütün ve bilinmeyen bir küflü kokunun ağır, boğucu karışımıydı. Burası bir tavernadan çok, insan ruhunun tüm gürültüsünü, çürümüşlüğünü ve acısını barındıran bir hapishane gibiydi. Yüksek sesli, acıdan ince işçilikle damıtılmış kahkahalar; kadehlerin birbirine çarpışıp kırıldığı o keskin anlar; masalarda boğuk ve ayyaş seslerle söylenen şarkılar… Her ses, içlerinde yüzlerce iyileşmeyi bekleyen, kabuk tutmamış, belki de tutamamış bu insanların bir porselen gibi çatlamasının yansımasıydı. Her yüzde birkaç onluk yılın yorgunluğu, her yüzde kabuk bağlayamamış saf melankoli. Bay Sorvelis, kalabalığın gürültüsünde bile kendi yalnızlığını koruyan dipsiz bir kuyu gibi olmuştur her zaman. İçeri girdiğimde, elindeki şarap kadehini ağır ağır çeviriyor, sıvının bardağın kenarına bıraktığı izleri izliyordu. Gözleri beni fark ettiğini haykırırcasına bana bakıyordu.
— Geleceğini biliyordum ne de olsa kabuklarımız ve kanayan yaralarımızla çifter çifter aynı yere kaçarız.
— “Anlamıyorum,” dedim. Sesimdeki cılızlık ve ürkeklik, dışarı çıkan fısıltıdan anlaşılıyordu. Kendi kendimden kaçmak için bir yola çıktım, şimdi dönüp dolaşıp aynı kabukların arasına geldim. Kozasına sıkışıp kalan, hayatta kalma şansını yitirmiş bir kelebek gibi. “Kabuk tutacağını sanarak kendime yeni yaralar açtığımı söylüyorsun. O hâlde cevapla, hangi yarayı iyileştirmeye çalışıyorum ben?”
Bay Sorvelis kadehinden son yudumu içti.
— “İnsanların en büyük yanılgısı evlat, bir yarayı iyileştirmenin o yaranın varlığını yok etmek olduğunu sanmalarıdır. Oysa kabuklar bir örtü değil, bir köprüdür. Ne yazık ki çoğu insan bu köprüden geçerken köprünün kendisini unutur ve köprü onlara yalnızca yük olur. Bizi asıl ağırlaştıran şey yaralarımız değil, o yaraları saklamak için ördüğümüz sahte, kalın kabuklardır. Çünkü en büyük kırılganlık tam da onların altında saklıdır. Varlık sadece kendi zıddına tutunarak ayakta durabilir. Işığın sınırını karanlık çizer. Huzurun anlamını acılar verir. İnsan ne tam yaşar ne tam ölür; iki ucun arasında asılı kalır. Unutma, ayın ışığı ne kadar parlaksa gölgesi o kadar koyudur. Bu ikilikten kaçamayız. Bu yüzden çifter çifter kaçarız; beden ve ruhumuzdan.”
— “Peki ya hiç kabuk tutmayan yaralar?” diye sordum, dizimdeki yaranın üstünü sıyırırken. Kan akışım yavaşlamış ama durmamıştı.
— “O yaralar bizi insan yapan yegâne şeydir. Çünkü onlar bizi sürekli uyanık tutar. Bir zırhın içinde tamamen güvende olduğunu, dokunulmaz olduğunu düşündüğün an bitersin. Kalbindeki işte o zırh, seni sadece acıdan değil, hayattan da korur. Çünkü hayat daima çifter çifter gelir. Mutluluk ve acı, varlık ve yokluk, kabuk ve kanama gibi.”
O an dizimde hissettiğim acı tanıdık ve soğuktu. Bu kez kaçmayı planlamıyordum. Hissettiğim şeyin kendisini hissetmeliydim. Dizimdeki kanın soğukluğu, Bleaktown ve ruhumun soğukluğuna tezat bir yaşam belirtisiydi. Anlamaya başlıyordum.
Bay Sorvelis haklıydı belki de. Asıl iyileşme, yaranın varlığını kabullenmekle başlıyordu. İyileşme dediğimiz süreç, kabuk bağlamak değil, kanamaya devam etme cesaretini bulmak olabilirdi yalnızca. Sessizlik, tavernadaki kaosa rağmen masamızı doldurmuştu. İçimdeki fırtına yerini garip ve alışık olmadığım bir durgunluğa bırakmaya başlıyordu. Dışarıdaki sis o an gözüme bir engel değil, yalnızca bir fon gibi gelmeye başlamıştı. Hâlâ önümü göremiyordum, evet ama ilk kez nereye gideceğimi biliyordum: Hiçbir yere. Sadece durmak bilmeden direnmeye.
— “Peki, yaraları açık bırakmanın bir bedeli yok mu?” diye fısıldadım.
Bay Sorvelis, masanın üzerine eğildi. Gözleri, tüm yorgunluğuna rağmen keskin bir parlaklıkla parlıyordu.
— “Işığın bedeli, fitilin yanmasıdır. Varlığın bedeli, hissetmektir. Acı, seni kendinden ayıran bir kabuk değil, sana kendini hatırlatan bir sestir. Duymaya cesaretin varsa, en yüksek sese sahip olan da odur. Tıpkı zıt ikizler gibi, acı ve huzur birbirinin varlığının kanıtıdır. Yaşam, tıpkı bir çift sarmal gibi, iki karşıt yönün birleşimidir.”
Sandalyemden kalktım. Dizimden akan kan, ayakkabımın üzerine damlıyordu. Her damla, Bleaktown’un gri kaldırımında kırmızı bir leke bırakıyordu. Artık kendi kendimden kaçmıyordum. Kendi kanımı takip ediyordum. Belki de yol, tam da bu kırmızı izdi. Ve ben, bu yolun sonunda kendimi değil, kendi gerçeğimi arıyordum.


