Funda Torunlar
Demokrasinin kendisinden öncekilerde sürünerek, kendi döneminde ise ancak emekleyerek yol aldığı bir çağda yaşamaya başlamıştı. “Demokrasi hiç ayağa kalkmış mıydı ki?” Bu soruyu cevaplamak güçtü çünkü yaşadığı topraklarda gerçekler çoğu zaman sisin içinden konuşurdu. Böyle bir atmosferde büyürken, devrim ve devrimci kelimelerini çok genç yaşta tanımıştı. Fikir çoktu, dalga dalgaydı ama kendi zihnindeki duvar hepsinden daha güçlüydü. İçte otoriter, dışta demokrat görünen bir evrenin içinde büyümek, zihne derin bir paradoks kazıyordu. Kendisi böyle bir ortamın ürünü; her fikre temas etmiş fakat hiçbiriyle bağ kuramamış bir prototipti… Çok bilen ama hiçbir bilgiyle kayıtlı olmayan, kendini özdeşleştiremeyen bir zihin.
“Her şeyi duymuş ama hiçbir şeye inanmayan, fikir kalabalığı içinde büyümüş ama köksüz kalmış, çağın dağınık ruhunu üzerinde taşıyan bir birey.”
Sonra bir gün o devrimci şarkının sözlerini duydu: “Dışarda deli dalgalar gelir duvarları yalar… Beni bu sesler oyalar…Aldırma gönül aldırma.”
Tonunda bir isyan vardı ama daha derininde başka bir şey: Yenilmişlik.
Hâlâ mücadele eden ama içinden çoktan teslim olmuş bir ruh hâli.
Devrimci ruhun içinde bile alıngan, kırık bir melankoli vardı. Sanki insanlar mücadele ediyordu ama sonuç alacağına asla inanmıyordu. Otorite devasa bir gölge gibi üzerlerine kapanmıştı ve onlar daha başlamadan yenilmiş hissediyordu. Bu duygu politik zeminle sınırlı değildi, hayatın her alanına yayılan daha büyük bir psikolojiydi. İnsanoğlunun kendi kaderiyle yaptığı sessiz bir anlaşma.
Bir başka şey daha vardı. Bir ömre sığmayacak kadar çok “yeni”nin, hem maddi hem manevi, hem toplumsal hem teknolojik dönüşümlerin birkaç on yıla sıkıştığı tuhaf bir devire denk gelmişti. Eskiden yüzyılların işi olan değişim artık yıllara sığar olmuştu.
Zaman hızlanıyor, dalgalar çoğalıyor fakat insanların içindeki duvarlar aynı yerde, aynı inatla duruyordu. İnsan zihni, bu hızın içinde en temel hakikati unutmuştu:
Hayat bir hedef değil, bir yoldu.
İnsanın görevi sonuca varmak değil, yolu deneyimlemekti.
Ne var ki, yol yürümeyi gerektiriyordu.
Yol kuşkusuz manzaraya bakma hakkını tanırdı, durup düşünme izni verirdi ama geri dönmene izin vermezdi.
Yol, varlığın kendi akışının ta kendisiydi.
İster kabul etsin ister etmesin, yol her zaman ileri giderdi. İnsan, yolun kenarında ne kadar oyalanırsa oyalansın, sonunda yürümek zorunda kalırdı. Çünkü yürümek, var olmanın doğal hâliydi.
Bunda şaşacak bir şey yoktu.
İnsan, varlığın deviniminin hologramıydı. Her adımda değişen, her nefeste yeniden kurulan, her kırılmada çoğalan bir yansıma. Hareketi durdurduğunda değil, hareketle var olduğunda kendini hisseden bir titreşim. O yüzden insan durduğunu sandığında bile aslında sürükleniyordu. Zaman onu çekiyor, hayat onu çağırıyor, dalgalar kapısını çalıyordu.
Ama işte o duvar…
İnsanın içindeki görünmez, sessiz, güçlü duvar, bütün bu çağrıyı bastırıyordu. Dalgalar gelir ama yıkamazdı. Duvar kalırdı.
Çoğu insan dalgaları dışarıdan gelen bir tehdit sanırdı; oysa dalgalar, insanın kendi içindeki durağanlığı rahatsız eden uyanma çağrılarıydı.
Asıl tehdit duvarın kendisiydi:
Yıllar içinde yavaşça büyüyen, insanın farkına bile varmadan taş üstüne taş koyduğu, “ben buraya kadarmışım,” dediği anda tamamlanan duvar.
Kader çoğu zaman dışarıdan gelen bir zorunluluk değil, içeride kabul edilen bir sınırdı.
Belki de bu yüzden, “aldırma gönül aldırma” dizesi hiçbir zaman tam anlamıyla gerçek değildi. İçinde saklı bir kabulleniş, kırık bir sükûnet taşırdı. Bu cümle, bir umut çağrısından çok insanın kendi yenilgisini okşama biçimiydi.
Fakat dalgalar durmazdı.
Hiçbir zaman.
Her gün, her gece, her düşüncede…
İnsanın kapalı kapısına dokunur, duvarın altını yoklar, tuzu ve suyu ile taşa işleyen sabrını gösterirdi.
Çünkü dalga, hem dış dünyanın hareketi hem de insanın ruhundaki devinimin sesiydi.
İnsan ne kadar unuttuğunu sansa da, varlık ona hep aynı şeyi hatırlatırdı:
“Sen devinimin kendisisin. Duramazsın.”
Belki de yolun bütün sırrı buradaydı.
İnsan, yolun sonunda bir şey bulmak için yürümüyordu.
Zaten yolun sonu diye bir şey yoktu.
Bulacağı şey, attığı her adımın içindeydi.
Bir manzarada, bir nefeste, bir sarsıntıda, bir kayboluşta…
Bazen en çok da yıkılacağını sandığı anda gelen o ince çatlakta.
Bir gün insan aniden şunu fark eder:
Duvar dediği şey aslında kendi inancıdır.
Kader dediği şey kendi korkusudur.
Mücadele dediği şey kendi içindeki sürgündür.
Dalga dediği şey…
Kendi hakikatine çağrıdır.
Sonunda insan, asıl devrimin dışarıdaki düzeni değiştirmek değil, kendi içindeki duvarı aşındırmak olduğunu anlar. Duvar çatladığında dalgalar artık tehdit değildir; yeniden doğuşun sesidir.
Yolun sadece hedef değil, bizzat yaşamın özü olduğunu fark eder.
En nihayetinde şunu kabul eder: İnsanoğlu, hayatı deneyimlemek için burada.
Unutsa da, hatırlasa da, düşse de, yürümeye devam eder.
Çünkü o, varlığın akışının hologramıdır;
duramaz, durduğunu sandığında bile akmaya devam eder.
İçimizde yükselen, alçalan, vurup geri çekilen duygular,
Öfke, hasret, özlem, umut… gibi,
Durmadan ilerleyen, hiçbir şeyi olduğu yerde bırakmayan zaman,
Her darbede insanı yenileyen dönüşümün kaçınılmazlığı….
Vesaire, vesaire, vesaire…
Dalgayı durduramazsın.
İnsan, kendi yolundan kaçamaz.
Duramazsın,
Çünkü yürümek, senin varlık yasandır.

Funda Torunlar Trabzon’da doğdu. Yükseliş Koleji’ni ve Hacettepe Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünü bitirdi. Çeşitli özel okullarda İngilizce öğretmeni olarak çalıştı. Çocukluğunda başlayan ‘kavramlara’ olan ilgisi, çocuk oyunları, hikayeler, denemeler, roman denemeleri, tiyatro metni yazarlığı çalışmalarına zemin hazırladı. 2018 yılında, Joyland İngilizce ders kitabı serisinin ortak yazarı oldu. Ayrıca D.H Lawrence’nin “Lady Chatterley’in Aşığı” adlı eserini Türkçeye çevirdi. Emeklerine müteşekkir olduğu iki güzel insanın evladı, Zeynep ve Cemre’nin de annesi olan Torunlar, halen İngilizce öğretmenliği yapıyor ve yazmayı sürdürüyor.

