Nilgün Karataş
Bakabiliyorsan, gör.
Görebiliyorsan, gözle.
Nasihatler Kitabı
Körlüğü sessizlikle, görmeyi gürültüyle eşleştirmeyi hiç düşünmemiştim, doktorun karısı aklıma soktu. İşitsel iki kavramı hem felsefi olarak bilgiye hem de ahlaki olarak eyleme uyarlayabilir, iki ayrı deneyim biçimi olarak ele alabilir miydim? Alırsın, diye fısıldadı doktorun karısı: Görüyorsan susamazsın!
Aslında görme eylemi antik felsefeden bu yana hakikatin ve varoluşun en temel metaforlarından biri. Platon’un mağara alegorisinde görmek yalnızca fiziksel bir fiil değil, zihinsel bir uyanış. Descartes’a göre; ‘Gören, göz değil tindir; ancak tin, doğrudan değil, beyin aracılığıyla görür.”
Maurice Merleau-Ponty, görmeyi bedensel bilinç olarak tanımlıyor. Körlük bu anlamda dünyayla bağın kopuşunu mu simgeliyor? Judith Butler ise kırılganlığın tanınması için ‘görünürlük’ten söz ediyor. Birine bakmak, onu görmek, ahlaki bir eylem ona göre.
Anlaşılan o ki modern aklın ışığı ‘görmek’le özdeşleşiyor. Zaten José Saramago’nun sözünü ettiği körlük de; ışığın yok olması değil tam tersine göz alıcı bir beyazlığa dönüşmesi. Tam da buradan yola çıkarak, sessizliği körlükle, gürültüyü görmekle eşleştirerek yeni bir anlam arayışına girebilir miyim?
Konuşma, dedi doktorun karısı yumuşak bir sesle, hepimiz susalım, sözlerin işe yaramadığı anlar vardır, keşke ben de ağlayabilseydim, her şeyi gözyaşlarımla söyleyebilseydim, anlaşılayım diye konuşmak zorunda kalmasaydım.
Doktorun karısı ile tanışıklığım; taa 1999 yılına uzanıyor. Saramago’nun ilk okuduğum ve etkisinden günlerce çıkamadığım alegorik romanı. Ben okuyuncaya kadar Türkçe’ye çevrildiği ilk yılında üçüncü baskısını yapmıştı bile. Tüm dünyada olduğu gibi biz de sevmiştik. Neden?
Çünkü Körlük, adı anılmayan bir ülkenin isimsiz karakterlerinden söz ediyor olsa da hikayede asıl anlatılan biziz. Hepimiz.
Doktor, doktorun karısı, koyu gözlüklü kız, birinci kör, birinci körün karısı, şehla çocuk, siyah bantlı yaşlı adam, araba hırsızı, haydutların lideri, gözyaşı yalayan köpek ve yazar.
Ve okur.
İsimlerimizin bir önemi yok, giderek çürük kokan, yapış yapış pislik akan o sayfaları sessiz sessiz çeviren biz okurlar da adı anılmayan ülkelerin, adı anılmayan karakterleriyiz. Kimimiz gerçekten körüz, kimimiz görüyoruz; çoğumuz susuyoruz.
Çoğumuzu simgeleyen kişi de doktorun karısı olmalı; o bir tanık, romanın göreni. Gördüğünü saklamak zorunda kalanı. Körlüğün yalnızca hastalık değil vicdani çöküş anlamına geldiği o dünyada, sadece görmeyenlerin değil bizim de gözümüz, doktorun karısı.
Onu hiç unutmamış, Saramago’ya hayran olmuştum… Yazarın Görmek adlı romanı 2008 yılında yine Can Yayınları’ndan Aykut Derman çevirisiyle ülkemizde yayımlanınca bu kez hiç beklemeden aldım. Yine isimsiz ülkedeydik ancak bu kez meselemiz çok farklıydı; seçim günü halkın oy kullanmaya gitmemesi ile başlayan bir kaos ortamı vardı.
Görmek bir devam romanı değil, ancak okudukça anlıyoruz ki, 2004 yılında yayımlanan Görmek’teki başkent, yazarın 1995 yılında yazdığı Körlük romanındaki şehir. Edebiyat takvimine göre aradan sadece dört yıl geçmiş, körlük salgınından kurtulan halk o karanlık günleri unutmuş bile. Biri hariç; başkana mektup yazan muhbir, bu iki olayı birbirine bağlamakta pek mahir.
Suçladığı kişi kim?
Doktorun karısı!
İki roman, iki farklı zaman, iki tuhaf olay ve bir kadın…
Doktorun karısının özel biri olduğunu biliyordum, emin oldum. O görüp de susanlardan öte görüp de eyleme geçenlerin neler yapabileceğini anlatan kadındı. Sırça fanusu kırmakla kalmayıp, çatlaklardan usul usul sızarak sessizliği bozandı.
Okuyanlar ve henüz okumayanlar için Körlük romanını kısaca özetleyeyim: Roman, bir adamın aniden kör olmasıyla başlıyor. Körlük, karanlık değil; ‘süt beyazı bir ışık’ olarak salgına dönüşüyor. Göz doktoru, hastaları ve onlara temas eden herkes kör oluyor. Devlet, hastaları eski bir akıl hastanesinde karantinaya alıyor. İçlerinden yalnızca biri görmeye devam ediyor: Doktorun karısı.
O, eşinin yanında olmak için kör olduğunu söyleyerek karantinaya giriyor. Tanıklığı sessizlikle başlıyor, ancak yükü arttıkça olaylarla müdahale etmesi gerekiyor. Tanıklığın yükünü ve gözleri açık kalmanın bedelini çok ağır ödüyor, ödetiyor da…
Körlük toplumsal çürümeyi, iktidarın umarsızlığını, kadın bedeni üzerinden kurulan şiddet ağını, kimi zaman usulca kimi zaman patırtıyla anlatırken, doktorun karısı gören tek kişi olmasına rağmen, diğerleriyle birlikte pisliğin, açlığın, şiddetin içine giriyor.
Judith Butler’ın “Precarious Life – Kırılgan Hayat” adlı çalışmasında belirttiği gibi, başkasının kırılganlığı karşısında özne olmanın yolu, o kırılganlığı görmek ve ona karşı sorumluluk almaktan geçiyor. Doktorun karısının suskunluğu da edilgenlik değil; etik farkındalık oluyor.
“Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük, Gören körler mi, Gördüğü halde görmeyen körler.”
Susan Sontag, “Regarding the Pain of Others – Başkalarının Acısına Bakmak” kitabında, görme ediminin hem duyarsızlaştırıcı hem de dönüştürücü gücünden söz ediyor. Doktorun karısı da tanıklıkla yetinmiyor, sonunda eyleme geçiyor. Makası eline alıp tecavüzcü lideri öldürdüğünde, sessizce sessizliğin ötesine geçiyor.
“…sıradan bir tabanca fazla gürültü yapmaz. Makas hiç ses çıkarmaz, diye düşündü doktorun karısı. Bu düşüncenin nereden çıktığını sormadı kendi kendine, bu gereksizdi, aklına gelişindeki yavaşlığa, ilk sözcüğün kendine yer açmak için geçirdiği zamana, ardından gelen sözcüklerin gecikmesine şaşırdı yalnızca, sonra, o düşüncenin zaten orada, belirsiz bir yerde durduğunu, eksik olan şeyin yalnızca onu giydirecek sözcükler olduğunu düşündü…”
Doktorun karısı bastırdığı düşüncelerine sözcükler giydirirken karantinadaki körlerin sessizce olan bitene boyun eğmesi Hannah Arendt’in ‘kötülüğün sıradanlığı’ kavramıyla açıklanabilir.
Biliyoruz ki kötülük çoğu zaman suskunlukla, boyun eğmekle besleniyor. İşte bu noktada, doktorun karısının tecavüzcüyü öldürme eylemi yalnızca bir karşı çıkış değil, aynı zamanda bir uyarı anlamı taşıyor. Saramago bu cümleyi yazmamış ama doktorun karısı okura fısıldıyor: Görüyorsan, artık susamazsın!
Süt beyazı körlük, gürültülü sessizlik ve biz…
Tam da içinde bulunduğumuz dönemi özetlemiyor mu? Bugün, hepimiz evimizdeki, elimizdeki ekranlardan olan biteni izliyoruz. Savaşlar, göçler, yoksulluk, kadın cinayetleri, hayvan katliamları, ormansızlaşma… Her şey gözümüzün önünde.
Görmüyor muyuz? Görmemiş gibi mi yapıyoruz?
İzlediğimiz görüntüler atılan bombaların gümbürtüsünü, çocukların ağlayışını, annelerin ağıtlarını, erkeklerin çaresizce iç çekişlerini ulaştırıyor bize.
Duymuyor muyuz? Duymamış gibi mi yapıyoruz?
İşitme ve görme aralığımıza uygun olsa da onca gürültüyü, patırtıyı anlamlandırmak zor mu geliyor bize? Anlamak mı istemiyoruz?
Saramago’nun beyaz körlüğü, belki de çağımızın en bulaşıcı hastalığıdır: Görüp susmak.
Doktorun karısının sessizliği sonunda eyleme dönüşürken, biz çoğu zaman kendi iç sessizliğimizin konforuna sığınıyoruz. Bazılarımız klavye şövalyeliği yapacak kadar cesur!
Körlük bu yüzden yalnızca bir distopya romanı değil; bir uyarı metni gibi okunabilir. Doktorun karısının bize fısıldadığı gibi: Görüyorsan, susma!
Doktorun karısının Körlük’te bir grup insana rehberlik görevi üstlenirken Görmek’te tüm bir sistem için tehdit unsuru olması boşuna değil elbette. Seçim günü ülke genelinde beyaz yani boş oy kullanılıyor diye devlet, otoritesini sarsan bu sessiz eylemi bir tehdit olarak algılıyor. Bunun yükü de doktorun karısına yükleniyor.
Saramago’nun bu karakteri, ikinci romanda tekrar merkeze alarak ona yalnızca etik değil, politik bir rol de yüklemesi boşuna olamaz.
Judith Butler’ın kırılganlık ve görünürlük üzerine söylediklerini bir kez daha hatırlatmak isterim. Öyle ya sessizlik de bir tür performans olarak görülebilir. Sessizlik direnişin bir biçimi de olabilir. Çünkü sessizlik, tahakkümün en sevmediği şeylerden biri: Anlaşılamaz, yönetilemez, manipüle edilemez.
Doktorun karısı ikinci roman ile birlikte yalnızca ‘gören’ değil, artık ‘görülen’ kişi. Devletin hedefi, halkın gizli umudu. Arendt’in ‘kötülüğün sıradanlığı’ kavramını burada yeniden düşünebiliriz. Seçmenlerin boş oy kullanması, sıradanlaşmış kötülüğe karşı sıradan ama etkili bir başkaldırı olarak okunabilir. Ve yine, kadın karakter bu başkaldırının etik merkezinde duruyor.
Doktorun karısı bizim bu gürültülü ama anlamsız çağımızda hâlâ bize fısıldayan kadın.
Saramago, bir kez daha bütün yükü bir kadının üzerine yıkmış, diyebilirim ama onu anlıyorum. Saramago’nun dispotik dünyasında ‘görmek’ sadece gözle değil vicdanın sesini dinlemek anlamına geliyor çünkü.
Doktorun karısı, ne kahraman ne de kurban. O, gören, bakan, fark eden, suskunluğunu eyleme dönüştüren bir bilge. Saramago üstad gitse de doktorun karısı aramızda bir yerlerde yaşıyor olabilir. Çünkü şehir hâlâ orada… Çünkü o hâlâ bir ses bize fısıldıyor: Görüyorsan, susamazsın!

Nilgün Karataş, İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Henüz öğrenciyken çalışmaya başladı, Milliyet, Dünya, Akşam, Günaydın, Business Week Dergisi ve Hürriyet’te gazetecilik yaptı. İlk romanı Defne ya da Bazı Tuhaf Hayatlar’ın yanı sıra birçok kolektif kitapta öyküleri yayımlandı. Bianet, Yeni Sinema Dergisi ve Suare Dergi’de yazıyor. İkinci üniversite olarak da felsefe okuyor.