Düşler ve gerçekler içine geçtiği bir dünya yaratır edebiyat. Bazı yazarlar gerçekleri anlatır, bazıları ise gerçeği düş haline getirir. Gabriel Garcia Marquez, kalemini büyülü bir fener gibi kullanarak gölgeleri aydınlatanlardan biriydi. Onun eserlerini okurken sınırlar kaybolur; rüyalar ve gerçeklik birbirine karışır. Hiçbir yere ait olmayan, ama tam da ruhumuzun bildiği bir coğrafyada gezeriz.
TUBA AYŞE ÖZGÜR

Gabriel Garcia Marquez’in dünyası, büyülü gerçekçiliğin en iyi tanımıdır. Hayatın bizzat kendisinin şaşırtıcı ve olağanüstü olabileceğini hatırlatan bir anlatı biçimi. Ama onun söyledikleri sadece yüzeyde büyülü bir anlatım değil. Çünkü Marquez’in dünyasına girdiğimizde, bizim de düş gördüğümüzü fark ederiz. Peki, Marquez’in büyülü dünyası bize ne anlatıyor?
Macondo: Bir rüyanın haritası
Eğer Marquez’i okumaya başladıysanız, muhtemelen Macondo adını duymuşsunuzdur. Burası “Yüz Yıllık Yalnızlık” üzerinden bütün dünyaya yayılan bir düş haritası. Macondo gerçekte Kolombiya’nın herhangi bir köyü değildir; o, Marquez’in zihnindeki, belki de hepimizin bilincinin alt katmanlarında yatan bir düş mekanıdır. O kasabada ölenler dirilir, insanlar unutulmaya mahkûmdur ve bazen yağmur dört yıl boyunca hiç dinmez. Ama bunlar bize masal gibi gelmez, aksine o kadar gerçektir ki, sanki bizim yaşamadığımız bir gerçekliğin parçası gibidir.
Düş gören karakterler, uyanamayan okurlar
Marquez’in kahramanları, sıradan insanlar gibi görünse de aslında hep bir düş hali içindedir. “Kırmızı Pazartesi”yi düşünün mesela; herkes Santiago Nasar’ın öleceğini bilirken o bilmiyor ya da bırakın bilmeyi, sanki bir rüyanın içinde uyanamıyor. Gerçeklik burada bir kehanet gibi davranıyor, olacaklar belli ama yine de engellenemiyor.
Ve biz, okurlar olarak, Marquez’in öyküsünün içinde kayboldukça fark ediyoruz ki, belki de biz de Santiago Nasar gibi bir düşteyiz. Marquez’in dünyası biz uyandıktan sonra bile içimizde yankılanmaya devam ediyor.
Marquez’in tüm eserleri büyülü gerçekçiliğin en güçlü örneklerini sunar. “Kolera Günlerinde Aşk”ta aşk, zamanın kendisini aşarak ebedileşir. “Başkan Babamızın Sonbaharı”nda bir diktatörün sonsuz yalnızlığı anlatılır. “Hanım Ana’nın Cenaze Töreni”nde ölüm ve hafıza arasındaki ince çizgi silikleşir. “Labirentindeki General” Simon Bolivar’ın mitolojik bir figüre dönüşmesini işler. Her eserinde, düş ile gerçeğin sınırları eriyip gider ve biz, okurlar olarak, bu büyülü dünyaya kendimizi kaptırırız.
Marquez bize düşleri unutmamamızı söylüyor. Günlük hayatın gerçekleri arasında kaybolurken, bazen en önemli şeyin, yani büyüyü yitirmemek olduğunu anlatıyor. Hayat ne kadar mantıklı görünse de, düşler hep orada, perdenin arkasında bekliyor. Macondo’yu zihnimizde taşımaya devam edelim. Belki de oraya giden tren henüz kalkmadı.
Marquez’in söylediği gibi: “Gerçek, inanılmaz olandan daha acayiptir.” O zaman düş görmeye devam edelim mi? düşlerinizin içinde uyanışlarınızın keyfiyle…

Tuba Ayşe Özgür
İngiliz CAS’s akademide yaratıcı yazarlık, AÜ’nde Halkla İlişkiler eğitimleri aldı. Çisenti ve Postüla adlı özel tiyatro gruplarında oyunculuk ve yazarlık alanında çalışmalar yaptı. Halen Amerikan NU’de Psikoloji ve Sosyoloji lisansı alıyor. Ajans kurucusu ve yönetiminden, çeşitli dergilerde içerik yazarlığından yayın koordinatörlüğüne kadar pek çok görev üstlendi. Halen “Atölye Bütünsel Edebiyat” adlı yazma atölyesinin yöneticiliğini yapıyor ve çeşitli dergilerde yazıları yayımlanıyor. Büyülü Gerçekçilik üzerine atölyeler düzenliyor. Pek çok kolektif kitapta öyküleri ile yer aldı. İlk romanı “Büyü Bozumu” 2022, “Benim Kalbim Dikdörtgen” romanı 2023, “İçime Karga Uçuştu” adlı öykü kitabı 2024, “Kedi Uykusu” 2025 yılında yayımlandı.


