Emel Altuntaş
Başlangıçta sadece su vardı. Onu engelleyecek hiçbir şey yoktu. Elbette suyun ruhu arayış içindeydi. Kimi zaman öfkeli, kimi zaman sakindi. Sonra dağlar, ormanlar ortaya çıktı. Su, dalgalarıyla saldırırken dağlar, onu kırmaya çalıştı. Su hep sorguladı, öteleri aradı, değişikliği sevdi, akmak istedi. Büyük tufanlarla dünyayı değiştirdi.
Nereye, ne kadar akacağım? Nerede, nasıl duracağım. Durmak var mı? Tarihin mürekkebi bir taraftan akarken bir taraftan durup durmama konusuna kurgulanmıyor mu? Binlerce yıldan bu yana duvarlara kazınıp çizilen medeniyetlerin hikayeleri bize, apaçık değişimi göstermiyor mu?
Hayat, dalgaların tekrar tekrar yazıp çizdiği, düzelttiği, sildiği bir parşömen kâğıdı gibi; Sürekli değişim, dönüşüm, başkalaşım peşinde ve dinamiktir. İnsanın kendi de sürekli bir akış halindedir. Bu akış onu dönüştürür, değiştirir, yeniler. İstese de buna karşı koyamaz. Çünkü bir tarafı her ne kadar sabit kalıp huzuru arasa da diğer tarafı değişime, dönüşüme, serbestliğe meraklı ve hatta açtır. Böyle olmasaydı, dünyayı tanıyıp keşifler yapabilir miydi?
Geçmişten günümüze birçok düşünce, bilgi, sürekli kendini güncellemiş, zamanını dolduran akımların üstüne yenileri gelerek bir öncekini silinenler dosyasına kaldırmıştır. Belki bir gün o dosyadan çıkarılıp tekrar güncellenmesi mümkün olabilir. Süreklilik gösteren bu değişim; Bilimsel, sanatsal, felsefi düşünceyi etkilemiştir. Anlaşılan odur ki bu düşünce biçimlerinin varmak ya da bulmak istediği gerçek, ulaşılması pek de mümkün olmayan bir hayal gibidir. En fazla biraz daha yaklaşabildiği hissine kapılabilir insan. Oysa az sonra, yeni bir dalga ile silinip yok olması işten bile değildir. Bu dünyada yaşam, ne yazık ki belirsizliklerle doludur.
Bu kadar hızlı akışın ortasındaki insan; kendi güvenli alanına sığınmak, biraz olsun nefes almak ister. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğu, her şeyin çözülüp farklı anlamlara büründüğü hayatın içinde; Sistem kurarak, kurallar koyarak, örgütlenerek, dünyayı avucunda tutmaya çalışır. Bir nevi direnç gösterir. Duvarlar, dalgalara karşı gösterilen zorbalıktan başka bir şey değildir. Elbette, insanın varoluş sürecinde kendini tamamen akışa bırakması beklenemez. Ne dalgalarla sınırsız, ne de duvarlarla çevrili bir varoluş mümkündür. Arzulanan bu iki karşıtlığın dengesidir. O halde insan, bu iki karşıtlığı özünde taşıyabildiği sürece iyi bir varoluş serüveni yaşayacak, değişip dönüşürken kendine farklı anlamlar katabilecektir.
Hayatın dalgaları insanı, defalarca süpürüp sürüklemiştir. Bu yüzden inancına, toplumsal kurallara, örf ve adetlere sıkı sıkı sarılır. İnanç sistemleri, kurallar, sürekli yenilenen bilgi ile zaman içinde değişip dönüşerek varlığını sürdürür. Onlarsız olmaz. Belki de alın yazısı, kader dedikleri bu iki başlı canavarın; dalgaların ve duvarların kaleminden akar. Bu, bütün insanlığın ortak yazgısı olur. Poseidon’un dalgaları ile Prometheus’un zincirleri gibi.
Ey kendi gerçeğini arayan; ona yaklaşabildin mi? Tam uzanıp dokunabilecekken bir diğeri mi gönlünü çeldi? Dışarı çıkıp güneşi gören ve şaşkına dönen mağara adamlarını hatırla. Sıkıca sarıldıkları inançlarını yerle bir eden o yeni bilgi ile nasıl da sarsılmışlardı. Kendilerini; Korunaksız, yalnız ve inançsız hissetmiş, dönmek istediği karanlığı tarafından dışlanmışlardı. Oysa bazı belirsiz ellerin tuttuğu ışığın yansıttığı gölgeleri izlerken ne kadar da güvendeydiler. Böyle gelir yeni bilgi, görüş, hayatın sunduğu değişim dalgası. Allak bullak eder insanı. Gerçek, ulaşılabilen değil de belki yaklaşılabilen bir şeydir. Bunun için korkusuzca fakat bilinçli bir mücadeleye girişmek gerekir.
Mücadele, tek başına cesaretin doğurduğu değil korkunun yarattığı bir eylemdir de. İnsan, sadece savaşarak bu eyleme girişmez. Var olmak için sistemi inşa eder, sınırlar belirler. Kendi ideal yaşam formunu oluşturur. Kolektif inançları doğrultusunda güvenli alanındadır. Bu; onun anlam yüklediği, benimsediği, uğruna savaştığı, dalgakıranıdır. Tarihin sararmış sayfalarından başlayıp günümüze kadar geçen zamanı incelediğimizde bunu görürüz. Hatta mitlerle anlatılan hikayelerde de her kahramanın, topluluğun, güçlü, zapt edilemez kalelerinden bahsedilir. Oysa az sonra çıkacak kanlı bir savaşın destanı, yazılmayı beklemektedir.
Yeni bir bilgi, anlayış, zamanın getirdikleri onu yerle bir edemez. Sadece biraz değiştirir çünkü insan, içinde bulunduğu evreni sınırlar koyarak tanımlayabilir. Akışın götürdüğü yere sürüklenmez; soluklanır, izler, düşünür. Hayatın anlamını çözmeye çalışır, dedik ya kendi gerçeğini bulmanın en iyi yoludur bu. Olgun ve bilinçli insan, hem akışı hem de durağanlığı, değerleri, inançları yorumlar. Dalgalar; özgür, dönüştürücü, duvarlar; olgun ve ağırbaşlıdır. İnsan ruhunun derinlerinde kavgalıdırlar. Bir tarafta davetkâr bir sınırsızlık, diğer yanda korunaklı bir sığınak vardır. Eğer denge kurulamazsa her ikisi de güvenli değildir. Duvarların dalgalardan nasibini alması kaçınılmazdır. Neyse ki bu, mutsuz bir sonu getirmez, aksine yenilenir insan.
İnsanın iç dünyası, her biri kendi içinde kendisiyle çatışan katmanlardan oluşur. Biri yükselir, diğeri önünde set olup sakinleştirir. Temelde bireyin özünü korumaktır maksat. Karşı koyamadığı çatışmalar, içindeki kaleleri, duvarları yıkıp geçer. Bu bir yok oluş, kayboluş değil, dönüşerek yeniden doğuşu başlatır. Bireyin kendini tanıması için önce içindeki o rahatsız edici çırpınışa kapılması gerekir. Tanıdıkça, bildikçe, öğrendikçe korkular azalır. İlk bilgi kişinin kendisi ile ilgili olanıdır. O klasik soru ile bu çetin yolculuğa başlar: Ben kimim? Cevabı bulmak için bir ömür harcaması gerektiği tembihlenmiştir. Geçen zaman içinde tutunmak ve akmak arasında denge kurmayı öğrenecektir.
Yeryüzünde ne kadar insan barınmışsa, ayrı ayrı her biri kadar da hikaye vardır. Hikayeler birbirine benzer fakat tıpatıp aynı değildir. Hayatın akışı da böyledir. Bakıldığında her insan için aynı kıyafet biçilmiş gibi görünse de kumaşı, ipliği, rengi, deseni kesinlikle örtüşmez. İnsana göre biçimlenir dalgalar. Bu da onun varoluş serüvenidir.
Yaşama sıkı sıkı sarılan, onu seven zavallı küçük insan, ondan gelecek olan her şeye hazırlıklı olmalı, ruhunun derinlerinde; harcı ve kumu hayatın öğretileri olan dayanıklı ve güçlü bir duvar örmeyi başarmalıdır. Olgun ve bilge kişi varoluşunu bu şekilde biçimlendirir. İşte böyle; her bir insanın hikayesi, kendi duvar yazısıdır. Dalgalı doğasıyla; yine içinde barındırdığı, ayakları yere basan güvenli duvarının mücadelesi, o var oldukça devam edecektir.

Emel Altuntaş, Bafra’da doğdu. Uludağ Ün. İ.İ.B.F Maliye bölümünden mezun oldu. İkinci üniversite olarak Anadolu Üniversitesi Açık Öğr. Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü tamamladı. Uzun yıllardır devam eden profesyonel sigortacılık kariyerinin yanı sıra yapıya gönül verdi. Edebiyat dergilerinde yayınlanan öykülerinin yanı sıra, kolektif olarak yayınlanan Uykunun Gözleri adlı öykü kitabının da yazarlarından biri oldu. Ayrıca müzik alanında çalışmalar yapan Altuntaş, şu an ilk bireysel bir öykü kitabının hazırlıklarını da sürdürüyor.

