Sevin Bayrı
Bir sabah uyanırsın ve içinden geçen ilk düşünce, o günkü toplantı, faturalar ya da yetişilecek işler değil de yalnızca belirsiz bir his olur; sanki bir şey eksiktir. O hissin adı yoktur; ama bastırılmış, ötelenmiş, unutulmuş bir parçan gibi dolaşır içinde. Belki yıllardır duymadığın bir şarkıda belki de sokakta yürüyen yabancının bakışında kıvılcımlanır. Bu, içsel bir hareketlenmedir; ruhun kapısını çalan bir çağrıdır.
Peki sen kapıyı açmaya hazır mısın?
Günlük yaşamın ritmi, çoğu zaman bu itkileri bastırmak üzerine kuruludur. Sabah sekiz akşam altı arasında sıkışmış varoluşlar. Ofisler, alışveriş listeleri, başarı hedefleri… Toplum bizi hep sonuca kilitler. Bitmiş işler, alınmış diplomalar, tamamlanmış projeler. Birey, kendi isteklerini tanımaya dahi fırsat bulamadan, toplumsal kalıpların içine sıkıştırılır. Yaşam, bir listeyi tamamlamak gibi sunulur.
Ancak bu dayatmaların içinde, ruhun derinliklerinde hâlâ kıvıl kıvıl bir kıpırtı kalır. Bu içsel yaşamsal itkiye kulak verdiğinde, işte orada başlar asıl maceran. Bütün bu yapay mecburiyetlerin altında duran, içsel ve yaratıcı güç; kişiyi tekdüzelikten sıyıran, sahici bir yaşama doğru iten görünmez el, tutkuyla peşinden koştuğun seni sarıp sarmalayan, nefes alma nedenin olan sevgiye dönüşür.
İnsan, alelade bir günde ilerlerken; gözünün değdiği bir ağacın dalında, bazen yabancı bir şehirde duyduğu melodide, bazen haksızlığa uğramış bir göze değince, bu fısıltıyı duyar. Çünkü bu bir şey istemekten çok, bir şeyi hatırlamaktır: Kendini! Bu hatırlama, her canlıyı ileriye taşıyan, onu sadece hayatta kalmaya değil, yaratmaya, dönüşmeye ve özgünleşmeye sevk eden içsel enerjidir. Tutku bu sürecin başlangıcıdır. Zihnin konfor alanından çıkar, bilinçdışının derinliklerine doğru yelken açar. Bu yolculukta en büyük düşman, dışarısı değil içerideki korkudur.
İçinde uyanan yeni sen sabit bir hedefe ulaşmak istemez; kendini gerçekleştirme, açılma ve sürüp gitme arzusuyla hareket eder. Sanatta, aşkta, düşüncede görülebilen yaratıcı kıvılcım da buradan gelir. Başlayan yeni yolculuğun amacı varmak değil, dönüşmektir. Jung’un dediği gibi, insanın temel görevi kendisi olmaktır.
Tutkular, bu yolculukta pusula gibidir. Onları izlerken karşılaştığımız engeller, aslında bizi kendimize yaklaştırır. Zorlukların içinden geçerken, kabuklarımız soyulur, maskelerimiz düşer ve sahici benliğimizle karşılaşırız çünkü bu, sadece bir yön değil, aynı zamanda içsel bir eylemlilik halidir. Bir akış. Bir iç sezi. Kendi sesinle buluşursun, sesin kendi gerçeğini anlatır sana.
Geri dönemezsin!
Tam olarak seni içine alan şey; aşkın ya da arzunun hali değil, kendiyle karşılaşmanın biçimidir. Onu bir başka kişiye, bir işe, bir fikre yönelttiğimizde bile aslında karşılaştığımız şey, kendi içimizde uzun zamandır suskun duran bir boşluk, bir arayış ya da bir çağrıdır. O yüzden tutku acıtır. Çünkü insanın, dışarıda sandığı bir şeyi kendi içinde bulmak için oldukça çaba sarfetmesi, mücadele etmesi gerekecektir.
Tutkunla birlikte mücadelen de başlar, tüm dirençlerle baş etmen ve bir de yakıcı arzu ile tanışman gerekir. Ne var ki çoğu zaman o arzu, karşımızdakinin kim olduğu değil, bizde neye dokunduğu ile ilgilidir.
Roland Barthes der ki, “Aşık özne, arzunun nesnesinden çok, kendi içindeki boşluğu sever.” İşte bu yüzden tutkunun nesnesi aslında bir bahanedir. Onun aracılığıyla, kendimizde yıllardır dokunmadığımız bir noktaya temas ederiz. Belki çocukluğumuzdan beri gömdüğümüz bir şefkat arayışı belki de kendimizi gerçekleştirme ihtiyacıdır bu.
İnançla bir şeyin peşinden gitmek, aslında görünmeyen bir direniştir. Mevcut düzenin sıradanlığına karşı çıkmaktır. Kalıplaşmış mutluluk tanımlarına, başarı şemalarına, tüketim önerilerine sığmamaktır. Belki bu yüzden tutkularını izleyen insanlar hep biraz eksik, biraz fazla, biraz kenarda kalmış hisseder. Ama esas olan, o kenarda karşılaşılan gerçekliktir. Varlığın özüne temas eden, varoluşun ritmini yakalayan anlar oradadır. Bu bir kriz gibi görünebilir ama bu kriz, yıkım değil dönüşümün habercisidir. Tutku bizi bildiğimiz benlikten çıkarır. Her zaman doğru ya da huzurlu hissettirmez; hatta kimi zaman varlığımızı parçalar.
Böylesi bir içsel karşılaşmanın en belirgin yüzlerinden biri de özgürlükle kurduğumuz ilişki olur. Tutkunun peşinden gitmek, çoğu zaman yalnız kalmayı göze almakla başlar. Aşık olmakla bir ilişkide olmak aynı şey değildir. Bazen aşıkken de terk etmeyi seçersin. Göze alınanlar, dönüşüm aracına dönüşür. Yoldaki tüm engeller, karşılaşılan her kriz, aslında seni sen yapan parçaların sınandığı duraklardır. “Gölge” dediğimiz bastırılmış taraflarımız, bu yolculukta karşımıza çıkar.
Sevgi, sadece güzellik ve arzudan ibaret değildir. Aynı zamanda öfkeyi, kıskançlığı, kırılganlığı da içerir. Ancak bu yüzleşme olmadan bütünleşme olmaz. Ve birey, gölgesiyle yüzleştiğinde bütünleşir; parçalar tamam olur.
Ne var ki birçok insan bu çağrıyı hiç duyamaz.
Çünkü sistem, tutkuyu bastırmayı öğretir. Ona çılgınlık adını verir. Çocukken saatlerce çamura şekil veren parmaklar, büyüdükçe sistemin ihtiycı olan excel tablolarına dönüşür. Şarkı söyleyen sesler, toplantı notlarında boğulur. Ve insanlar, hayatlarının sonunda sadece dış dünyada ne başardıklarına bakarlar. İçeride kim olduklarını hiç öğrenmeden.
Oysa bir hayatın anlamı, ona ne kadar dokunabildiğinle ölçülür. Tutkunun peşinden gitmek, statü getirmeyen, kalabalıklarca alkışlanmayan bir yol olabilir ama içsel bir iz bırakır. Bu iz, senin artık aynı kişi olmadığını gösterir. Bu bir karşılaşmadır. Kendinle!
Yeni bir senle değil, zaten içinde sessizce bekleyen ama hiç konuşma hakkı verilmemiş senle. Peşinden gitmekte direndiğin; gündelik hayatın sana çizdiği rotadan sapmaktır. Kuralların, unvanların, takvimlerin ötesinde bir gerçekliği yoklamaktır. Bu yüzden rahatsız edicidir, bu yüzden dışlayıcıdır. Tam da bu yüzden yaşatır. Seni başkalarının değil, kendi ellerinle şekillendirdiğin bir hayata taşır.
Sistemin kalıplarına uymayı reddedenler, kendi tutkusu ya da içsel çağrısıyla yola çıkarlar. O yolda bir yere varmak değil, yolda dönüşmek, kendinle karşılaşmaktır önemli olan. Bu süreçte kişi “élan vital”in: yaşamın yaratıcı ve dönüştürücü ivmesinin ta kendisi olur.

Sevin Bayrı, İşletme Fakültesi’nden mezun olup, üzerine sosyoloji okusa ve özel sektörde çalışan bir beyaz yakalı olsa da aslında hep sanata dolaşık yaşadı. İlk önce kitaplara aşık oldu, sonra tiyatroya. Resim ve fotoğraf sanatına sevdalı bir gezgin oldu. Dormen Akademi sahnesinde sahne tozuna bulandı. Yazmak ve okumak; ilk aşkını hiç terk etmedi. Bir seyahat blogunda metin editörlüğü yaptı, iki kollektif kitapta öyküleri yayımlandı. Halen yazıyor. Deliliğin sınırsız evreninin doğal sınırlarını ararken kelimelerden yol arayarak.